Pazartesi, Eylül 10, 2007

TESLİS

Üçleme, üçe çıkarma, şarabı üçte biri buharlaşıncaya kadar kaynatma. Hristiyanlıkta Allah'ın üç unsurdan meydana geldiğine inanma. Arapça Ekânim-i Selâse, Fransızca Trinité aynı anlamlara gelir. Hristiyanlıkta teslis genel olarak, Allah'ın tek ve bölünmez bir âlemde ayrı, eşit ve tek cevherli üç kişi (Baba, Oğul, Rûhu'l-Kudüs) olduğu şeklinde tarif edilmektedir. Hristiyanlığın üç şekilli tek Tanrı anlayışı demek olan bu temel inanç, Allah mefhumunu Baba, Oğul, Kutsal Ruh formülü içinde "teklik" olarak açıklamaya çalışmaktadır. Hristiyanlığın bu temel inancı üç görüntüde tek tanrı anlayışını anlatmaktadır. Buna göre "Oğul" diye nitelendirilen Hz. İsa da tanrı kabul edilir.

Teslis dogmasını belli esaslar dahilinde tesbit edebilmek için kilise ilk yüzyıllarda bir hayli uzun ve çetin tartışmalara sahne olmuştur. Teslis inancını yaşatabilmek için her yıl Hamsin'i takibeden ilk pazar Teslis Yortusu yapılır. Bu Yortu Roma Katolik Kilisesi'nin kararsızlığına rağmen XI. yy.dan beri kutlanmaktadır (Bertholet, Wörterbuchder Religionen, Stutgart, 1962, 567).

Teslis inancı Hristiyan sanatının çeşitli kollarında yüzyıllardır bir takım remiz ve sembollerle ifade edilmektedir. Doğu'da Bizans sanatında bu üç kişi, çoğu zaman üç meleğin Hz. İbrahim'e gelişini simgelendiren sahne ile canlandırılmıştır. Batılı sanatçılar daha çok insan figürlü şemalardan faydalanmışlardır, üç başlı Tanrı, aynı tahta oturan ve birbirine benzeyen üç kişi olarak tersim edilmiştir. XV.yy. sanatında kişileri birbirinden farklı gösterme eğilimi ağır basınca, bazan Baba ile Oğul birbirine benzer figürlerle, Rûhu'l-Kudüs de bir güvercinle simgelenmiştir. Rûhu'l-Kudüs'ün güvercin şeklinde simgelenişi daha çok Hz. Meryem'in Taç Giyişinde görülmekle beraber, bazan genç bir delikanlı olarak figüre edildiği de olmuştur. Bunun en güzel örneğini Troyes'deki St. Urbain Kilisesi ağaç heykel grubunda görmek mümkündür. Teslis'in sembollerle anlatılması konusundaki "Hidayet Tahtı" şeması, bütün Ortaçağ boyunca yaygınlık kazanmıştır. Buna göre Baba, papalık nişanlarını kuşanmış yaşlı bir adam olarak "Hidayet Tahtı"nda oturur ve kucağında "Oğul"un çarmıha gerilmiş veya çarmıhtan indirilmiş vücudunu tutar. Güvercin ise ikisinin başı arasında uçmaktadır (Büyük Larousse XVIII, 11455)

Hristiyanlıkta üç ayrı kişinin tek bir Tanrı'da birleşmesi inancını sembolize için yapılan Yortu dışındaki faaliyetlere de Teslis denilmektedir. Müslümanlıkta bu inancı benimseyenlere Erbab-ı Teslis, Ashab-ı Teslis veya Teslis Ehli adı verilmektedir. Hristiyanlardan aşırı derecede Teslis inancına bağlı olanların kurdukları Teslis Tarikatı'na göre Baba, Oğul, Rûhu'l-Kudüs, tek kişide toplanmış üç kişidir ve aralarında eşitlik vardır. Bu bakımdan birinin diğerine üstünlüğü söz konusu olamaz. Kutsal Teslis Tarikatı adlı tarikatın üyeleri "Teslisciler" diye bilinmektedir.

Hristiyan kelâmcıları karmaşık bir kavram olan Teslis'i anlatabilmek için bir takım yorumlar yapmak gereğini duymuşlardır. Bu açıklamalardan birine göre Tanrı tektir, ancak üç ayrı şekilde belirir. Beliren bu üç şekil de Tanrı'dır, fakat üç Tanrı değil tek Tanrı'dır (Elmalılı, Tefsir, VIII, 6327 vd.). Bir başka Hristiyan kelâmcısının Teslisi yorumlaması şöyledir: Teslis'in birinci unsuru olan Baba-Tanrı ezelîdir, ebeddir, her şeyin evvelini ve sonunu bilir. O'nun görmediği hiçbir şey yoktur ve O, kudretiyle her şeye hâkimdir. Kâinatı merhametiyle kaplamıştır. Teslis'in ikinci temel unsuru Oğul, Hz. İsa'dır. O, ilâhî kelâmın (Logos) cisim halini almış, canlı bir görüntüsüdür. Teslis'in üçüncü ve son unsuru Rûhu'l-Kudüs ise Tanrı ruhunu temsil eder. Hz. İsa, Hz. Yahya tarafından vaftiz edilirken Rûhu'l-Kudüs güvercin şekline bürünerek gökten yere inmiştir. Hz. İsa'nın göğe çıkışından kıyamete kadar geçecek zaman içinde Hıristiyanlara Rûhu'l-Kudüs yol gösterecektir.

Hristiyanların genel manada Teslis'e inanmaları gerekir. Hz. İsa'nın tebliğ ettiği din tevhide, yani Allah'ın birliğine dayanmaktadır. Hz. İsa'nın İncil'de geçen açık-seçik sözlerine göre hiçbir Hristiyanın Allah'ın birliğini inkâr etmemesi gerekir. Hz. İsa çeşitli vesilelerle Allah'ın bir olduğunu, eşi ve benzerinin bulunmadığını ifade etmiş ve O'nun bu sözleri İncil'de aynen yer almıştır. Bu bakımdan gerçek Hristiyanlığın tevhide dayandığım Hristiyanların bile inkâr etmesi mümkün değildir. Hristiyanların bu konudaki yanılgıları, "Allah'ın kelimesi" (en-Nisa, 4/171) ve "Allah'ın Ruhu" (en-Nisa, 4/171) vb. Kur'an ayetlerini yanlış yorumlamalarından kaynaklanmaktadır. Hristiyan bilginleri "Allah'ın kelimesi"nden Allah'ın kelâm ve nutkunun Hz. İsa'da ifadesini bulduğunu, Allah'ın ruhunun O'na girdiğini, böylece kendisinin bir Tanrı olarak dünyaya geldiğini zannetmişlerdir. Hristiyanlığa böyle önemli bir unsurun girmesi, onların tevhid inançlarını olumsuz yönde etkileyerek onları bir çıkmaza sürüklemiştir. Ne yapacaklarını şaşıran Hristiyanlar kendi elleriyle ördükleri bu düğümü, yüzyıllar geçmesine rağmen hâlâ çözebilmiş değillerdir. Bir yandan Allah'ın tek olduğunu kabul etmek, bir yandan da üç Tanrı bulunduğuna inanmak kolay çözülecek bir problem değildir. Bu hatalı anlayıştan kurtulabilmek için Hristiyanların yapacakları bir iş vardır: Hz. İsa ve Rûhu'l-Kudüs'ün uluhiyetini nazar-ı itibara almaksızın Allah'ı tek ilâh kabul etmek, Allah'ın eşi ve benzeri olmadığını, Hz. İsa'nın da sadece O'nun kulu ve peygamberi olduğuna inanmak, Hz. İsa'ya herhangi bir ilâhî sıfat ve isim yakıştırmamak (Mevdudî, Tevhid Mücadelesi, çev. A. Asrar, İstanbul, 1983, I, 548).

Bu konudaki bir başka Hristiyan inancına göre Allah bir cevherdir. Bu cevherin üç temel rüknü şunlardır: 1-Baba = Allah, 2- Oğul = İsa, 3-Ruhu'l-Kudüs = Hz. Meryem'e Allah tarafından ilkâ edilen ruh. İnançlarına göre bunların üçü de aynı ilâhtır. Hristiyanların bu saçma ilâh anlayışlarını Hz. İsa bizzat Kur'an diliyle şöyle cevaplandırmıştır: "...Ey İsrailoğulları, benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a ibadet edin..." (el-Mâide, 5/72).

Bilinen bir gerçektir ki Hristiyanlar, Hz. İsa'dan sonra yalnız tevhid inancını terketmekle kalmamışlar, bir çeşit putperestliğe de dinlerinde yer vermişlerdir. Böylece tek Allah yerine üç Tanrı bulunduğunu zanneden Hristiyanlar, şirke saparak azizlere ve mezarlara tapmaya başlamışlardır. Özellikle Katoliklerde görülen (5. yy.) Hz. İsa ve O'nun Havarilerine tapma hadisesi zamanla kiliselere, başta Hz. Meryem ve Hz. İsa olmak üzere birçok aziz ve azizenin putunun yerleştirilmesine sebep olmuştur. Günümüze kadar gelen hemen bütün Hristiyan kiliselerinde bu çeşitli putlar görülmektedir. Ancak günümüz Hristiyanlarının kiliselerdeki bu put tasvirlerine ibadet için eskisi kadar şuursuz bir istek taşımadıkları da bilinmektedir. Aynı şekilde fanatik ve cahil olmayan Hristiyanlar Allah inancı konusunda Teslis'i terketmiş görünüyorlar. Bugün aydın bir Hristiyanın Hz. İsa'ya Allah'ın Oğlu nazarıyla bakması ve Allah'ı Baba olarak görmesi nerede ise muhal bir hal almıştır. Günümüz Hristiyanları da bizim gibi Allah'ın birliğine inanmakta ve Teslis'i mantıksız bir inanç olarak nitelendirmektedir. Nitekim en önemli ve en büyük buyruğun ne olduğu kendisine sorulduğunda Hz. İsa: "Dinle ey İsrail, Tanrımız olan Rab tek Rab'tır" (İncil, Markos, XII, 29) cevabını vermiştir. Pazar âyinlerinde her kilisede topluca söylenen Hristiyan Âmentüsü, "Tek Allah'a inanıyorum..." cümlesiyle başlamaktadır (Xavier Jakob, Sorabilir miyiz? İstanbul, 1988, 10).

Kur'an-ı Kerîm, Hristiyanların Teslis ve Teslis'e benzer inançlarını kesinlikle reddeder ve böyle diyenlerin kâfir olduklarını açıklar: Andolsun, Allah üçün üçüncüsüdür" diyenler elbet kâfir olmuşlardır. Halbuki bir tek Tanrı 'dan başka hiçbir Tanrı yoktur. Eğer diye geldiklerinden vazgeçmezlerse, içlerinden kâfir olanlara acı bir azap vardır" (el-Mâide, 5/73). Bütün dünyanın süratle İslâm'a koştuğu ve Hristiyan dünyasında şuurlu bir ihtida hadisesinin gerçekleşmekte olduğu bir ortamda Hristiyanların "Tevhid"e yönelmeseler bile en azından Teslis'i terketmeleri tabii bir davranış olarak görülmektedir.

Osman CİLACI

Şamil İ.A.
___________________

PAPA

Roma katolik kilisesinin başkanı; Katolik mezhebinin ruhani lideri; bütün katoliklerin mutlak teslimiyetle yükümlü oldukları en büyük papaz. Kelime Yunanca "baba" anlamındadır. İlk önceleri bu isim bütün piskoposlar için kullanılmaktaydı. Papanın yanılmaz olduğu kabul edilir ve o istediğini dinden dışlama yetkisine sahiptir ki, buna "aforoz" denir. Ona itaatten yüz çevirme bir sapıklık olarak telakki edilir. Papa, katolik mezhebine bağlı birine Allah adına Cennet vadedebilir ve buna bir belge tanzim ederek Cennetteki yerini belirtebilir. Bu belgeyi edinen kimse ölünce Cennete girip papanın tayin ettiği yere yerleşeceğine kesin bir şekilde iman eder. Bu, Hristiyan din adamlarının Hz. İsa (a.s)'nın getirdiği tevhidî dinden sapıp insanlara ilâhlık taslamalarının açık bir göstergesidir. Papalar, kendilerini rabler ilan ederek, insanları saptırmışlar ve onlara rablıklarını kabul ettirmişlerdi. Allah Teâlâ bu durumu Kur'an-ı Kerimde şöyle dile getirmektedir:

"Onlar hahamlarını, papazlarını ve Meryemoğlu İsa Mesih'i, Allah'tan başka rabler edindiler. Halbuki onlar, ancak "bir" olan ve kendisinden başka ilâh olmayan Allaha ibadet etmekle emrolunmuşlardı" (et-Tevbe, 9/31).

Papalar, Hz. İsa (a.s)'ın vekili sayılan Aziz Petro'nun halifeleri kabul edilirler. Aziz Petro, miladi I. asırda Roma'ya yerleşmiş ve Tevhidi hristiyanlıktan tavizler vererek putperest Roma devletiyle uzlaşma yoluna gitmişti. Bu tarihten sonra Roma, papazlığın merkezi olmuştur. İlk papa, Aziz Petro'dur. Papalar, kardinaller denilen ruhanî meclisin üyeleri arasından seçilirler. Seçilen papa ölene kadar bu görevde kalır.

Papalar 726 tarihine kadar sadece ruhanî bir liderliğe sahip oldukları halde, bu tarihte Roma ve diğer bazı yerlerin papahga terkedilmesiyle dünyevî bir hâkimiyete de sahip olmuşlardır. Roma imparatorlanmn Konstantiniyye (İstanbul)'yi devlet merkezi edinmelerine kadar papalar, bütün hristiyanların lideriydiler. Bu dönemden sonra, Bizans imparatorları İstanbul patriğini güçlendirip Hristiyanlık içinde oldukça etkin bir konuma gelmesini sağlamışlardı. İlk önceleri İstanbul patrikleri papaya bağlı kalmışlarsa da, bir zaman sonra papalarla eşitlik mücadelesine girişmişlerdir. Peşinden doğu ve batı kiliseleri birbirinden ayrılmış, Roma'daki papalar, sadece katoliklerin lideri olarak kalmışlardır. Bu ayrılma, papalığı sarsmışsa da kısa zamanda kendini toparlamayı başarabilmiştir. Papalık ortaçağ Avrupasında yüksek bir nüfuz oluşturmuş, küçük mezhebi ihtilaflar yüzünden kralları azledip, atayacak bir güce kavuşmuştur. Bu durum, bir çok çekişmelere kaynaklık etmiştir. Ancak, papalığın gücünü kırmak ve kontrol altına almak için bazı Alman imparatorlarının papaları değiştirip, işlerine geldiği şekilde papa tayin ettikleri de görülmüştür.

İslâm dünyasını istila etme hedefine yönelik Haçlı seferleri, papaların gözetim ve teşvikleriyle tertiplenmiştir. Avrupa halkları papaların yaptığı olumsuz propagandalarla İslam tebliğine karşı şartlandırılmışlardır. Onlar bu işi, İslamın hakikatını saklayarak iftira kampanyaları ile başarıyorlardı.

1309 yılında Papa V. Kalman, Roma'yı terk etmek zorunda kalmış; gidip Fransa'daki Avinyon şehrine yerleşerek burayı papalık merkezi edinmişti. 1377 tarihine kadar Roma'dan uzak kalan papalık, XI. Greguvar tarafından tekrar Roma'ya taşınmıştır. Ancak, Greguvar'ın ölümü üzerine Avinyon kilisesi bir papa seçmiş ve böylece Roma kilisesi yetmiş bir yıl sürecek olan bir büyük çekişmenin içine düşmüştür.

16. Asra gelindiğinde Hristiyanlığı temelinden etkileyen Reform hareketlerinin ortaya çıkışına şahit olunmaktadır. Luter, Kalvin ve diğer bir takım protestan reformistlerin çalışmaları ile gelişen protestanlık, papalık kurumuna büyük bir darbe indirmiştir. Almanya'nın büyük bir bölümü, İskandinav ülkeleri ve İngiltere protestanlığı kabul ederek papayı reddetmiş; Doğu Hristiyanları da İstanbul'daki Patrik'i dinin başı kabul etmişlerdir. Bu tarihten sonra papalığın gücü sürekli bir zayıflama sürecine girmiştir.

1870'de İtalyanların Roma'yı başkent ilan etmeleriyle papalık cismanî hâkimiyetini tamamen kaybetmiştir. Papaya, Roma'nın merkezinde 0,5 km. alana sahip bir alan üzerinde müstakil devlet olarak kalma imtiyazı tanınmıştır. Günümüzde papalık, her bakımdan dünyanın en küçük devleti olmasına rağmen, çok büyük gelirleri olan gayr-i menkul varlıkları elinde bulundurmaktadır.

16. Asırdan sonra, papaların çoğu İtalyan asıllılardan seçilmiştir. 1978'de seçilen son papa, Leh asıllıdır. Papalığın resmi dili Latincedir.

Ortaçağda Batı insanı Papalığın korkunç baskı ve zulümleri altında mahvedilmiştir. Tamamen hurafeli bir din halini alan Hristiyanlık, insanlık tarihinin en büyük zulümlerini işlemiştir. Kurulan Engizisyon mahkemeleri ile, haksız ve batıl inançlar yüzünden binlerce insan katledilmiş, diri diri ateşe atılmıştır.

Şamil İA

PAPAZ

Rum dini reisi; râhip, keşiş. Aslı Yunanca "pappas" olmakla beraber dilimizde "papaz" şeklinde kullanılışı daha yaygındır. Papaz "baba" anlamına gelir. Ortaçağ'daki din adamlarına da genellikle papaz denir. Dilimizde papaz kelimesinin geçtiği birçok deyim bulunmaktadır: Saçı sakalı uzun ve birbirine karışmış kişiler için "Papaz gibi" deyimi kullanılır. Başkasına öfkelenip sinirlenerek, kendisine zararı dokunacak bir iş yapmak karşılığında, "Papaza kızıp oruç bozmak" deyimi söylenir.

Bazı Hristiyan kiliselerinde piskoposla diyakoz arasında yer alan din adamlarına papaz adı verilir. Hristiyanlığın ilk dönemlerinde ruhbanlık, büyük bir ihtimalle Komünyon (şaraba batırılmış ekmeği yeme) âyiniyle bağlantılı olarak teşekkül etmiş ve tek kademede ortaya çıkmıştır. II. yy. sonlarına kadar ruhbanlık faaliyetlerini piskoposlar yürütmekle beraber, onlar görevlerinden bazılarını papazlara devretmişlerdir. Piskoposların papazlara devrettikleri görevlerin başında Komünyon âyinini yönetmek gelir. Papazların bu tür bir görev almalarında, bölge kiliseleri kurulmasının büyük rolü olmuştur. Papazların en başta gelen görevi, kurban sunma yetkisini kullanarak, mukaddes sırları saklamak, vaaz vermek ve eğitime katılmaktır. Papazların en büyük görevlerinden biri de günah çıkartma âyinini idare etmeleridir. Bu âyini yönetmek suretiyle papazlar Allah karşısında halkın temsilcisi olmaktan çok, halkın karşısında Allah'ın temsilcisi pozisyonunu üslenmiş oldular. Zamanla Komünyon kavramına dayalı olarak Hristiyan ilâhiyatı bir takım gelişmeler kaydetmiştir. Bu âyin, hristiyanları, papazlarda olağanüstü güç ve nitelikler bulunduğu inancına götürmüştür. Papazlarda varlığı kabul edilen bu olağanüstü güç, zamanla büyütülerek âdeta Eski Ahit'teki ruhbanlık anlayışına denk bir hale getirilmiş, hatta onu da geçmiştir.

Hristiyan dünyasını derinden sarsan Reform Hareketi, öncelikle Komünyon âyini ve ruhbanlık anlayışıyla kıyasıya mücadele etmiştir. Reformcuların gayesi, "Bütün inananların ruhbanlığı"nı gerçekleştirmekti. Nitekim Reform sonucunda papazların görevlerini başka kişiler üslenmiştir. Ancak İngiltere kilisesi, Reformcuların bu kararına uymamış, geleneksel ruhbanlık kademelerini korumaya büyük özen göstermiştir. Diğer taraftan Komünyon âyinini yönetme yetkisini de piskopos ve papazlarla sınırlı tutmuştur. Böylece XIX. yy.dan sonra Katolik mirasın ağırlık kazandığı papazlık rütbeleri İngiltere kilisesinde daha da kuvvetlenmiştir.

Kilise teşkilatı, Hristiyanlık'taki din adamlarının görevleri ve kilise hiyerarşisini tesbite yetkili en üst kuruluştur. Kilise teşkilatlanmasının kaynağı, Hristiyanlık inancına göre Hz. İsanın çarmıhta can vererek Allah'a sunduğu kurban hadisesine kadar uzanır. Artık bundan sonra kutsal âyinler vasıtasıyla bütün insanların takdis âyinine katılmaları amaçlanmıştır. Böylece ruhbanlık kurumu teşekkül etmiştir. Burada papazların temel görevleri, Hz. İsa'nın, havarilerine emanet ettiği takdis yetkisini belirli kaideler çerçevesinde yerine getirmektir. Teşkilatlı Hristiyan topluluğu olan bir kilisenin faaliyetlerinde papaz en temel görevi üslenmiş kişidir.

Ortaçağ Batı dünyasında kilise devletle bütünleşmiş, zamanla din dışı yetkileri de eline geçirmiştir. Bu gelişmenin tabii sonucu olarak hükümdarları da denetim altına alan kilise, Papalık ve ruhbanlık teşkilatıyla orta çağ'ın temsilcisi olmuştur. Bu hiyerarşik ortamda kilisenin temel görevlerini yine papaz yürütmüştür. Günümüz kilise teşkilatlanmasında da papaz yine bu eski görevlerini sürdürmektedir.

Katolik, Ortodoks, Anglikan, İsveç, Lütheran ve Eski Katolik kiliselerinin görevlileri olan din adamları yukarıdan aşağıya, piskopos, papaz ve diyakoz şeklinde sıralanmıştır. Katolik ve Ortodoks kiliselerinde din adamlarının bu görevlere tayini özel bir takdis merasimiyle yapılmakta, Hristiyanlığa göre kilise görevlilerinin bu yetkileri Havarîlerden kaynaklanmaktadır. Katolik Kilisesi'nde Papa'ya müşavirlik yapmakla görevli Kardinaller Kutsal Kurulu'nun üyeleri piskopos, papaz veya diyakoz olabilmektedir. Bu kilisede papazlar evlenmez ve görevlerine uygun kıyafet giyerler. Ortodoks Kilisesi'ndeki diyakoz yardımcılığı vb. görevler giderek ortadan kalkmasına rağmen papazlık kurumu fonksiyonunu sürdürmektedir.

Hristiyan cemaatinin büyümesi ve ruhbanlık hiyerarşisinin gelişmesi sonucunda piskoposlar bazı yetkilerini papazlara devretmişlerdir. Bu cümleden olarak cemaatin hayır işlerini düzenlemek, vaftiz, günah çıkartma ve Komünyon âyinlerini idare etmek; nikâh kıymak, çocuğa ad koymak, kilise içi ve kilise dışındaki cenaze törenlerini yapmak vb. papazların başlıca görevlerini oluşturmaktadır.

Hristiyanlık Batı Avrupa'da yayılırken, kırsal bölgelerdeki Hristiyan toplulukların idaresi daima bir papazın yönetimindeki kiliseye verilmiştir. Böylece papazlar önce Komünyon, sonra da diğer mukaddes âyinlerde bağımsız şekilde hareket etme imkânına kavuşmuştur.

Protestan Reform Hareketi, yalnız Papalığın otoritesine değil, ruhbanlığın teşkilâtlanmasına da karşı çıkmıştır. Bununla beraber, Reform Hareketi papazların normal görevlerini yapmalarını engellememiştir. Kiliselerdeki görevler genellikle mahalli cemaat tarafından denetlenmektedir. Halen kiliselerdeki vâizlik görevi öncelikle papazlar tarafından yerine getirilmektedir (O. Simmel, R. Stühlin, Christliche Religion, Hamburg 1957, s. 242).

Osman CİLACI

PATRİK-PATRİKHANE

Yunanca "patrikhis"den gelen, ortodoksların ve bazı doğu kiliselerinin ruhâni başkan (lider)larına verilen ad. Bir başka tarifle, büyük ve en önemli şehirlerin, otosefal (kendi kendini idare etme hakkına sahip) kiliselerin ruhâni reis (başkan)leri (A Dictionery of Religion and Ethies, London 1921, 327, "patriarch" md.; Annemarie Schimmel, Dinler Tarihine Giriş, Ankara 1955, 244; M.Z.Canan, Ansiklopedik Din ve İnanç Sözlüğü, İstanbul 1983, 180; Duden Zexikon, (Mannheim), Band, 3, 3. Auflage 1729, "patriarch" md.; The Ortodox Church, London 1964, 290).

Bu ünvan, önceleri Batı kiliseleri için de kullanılmakla beraber, daha sonra ve günümüzde Ortodoks Kilise'sinin başı olan dini lidere has bir durumda bulunmaktadır.

Gregor Nyssen gibi, Gregory Naziarzen'in yanlarında da "patrik" kelimesi, eski Hristiyan kiliselerinin bütün piskoposları için kullanılmıştır. Montanist'ler arasında "patrik" adım alan bir din adamı grubunun bulunduğu bilinmektedir. Bununla beraber resmi bir görev ünvanı olarak bu lâkap ilk defa Kadıköy Konsili'nde kullanılmıştır. Kilise tarihçisi Sokrates, bu ünvanın kullanılışından bahseder. Boranius'un başını çektiği bazı Roma asıllı tarihçiler bu müessesenin, Havârî Peter (Pecrus)'e kadar uzandığını ileri sürerler. (J. Gardner, Foiths of the Word, New York t.y., II, 630).

Patriklik, piskoposların büyük şehirlerde yoğunlaşmasının sonucu olarak, şehrin dinî idaresinin temini için, piskoposlar arasından seçilmiş olan idârecinin unvânıdır. Bu sistem, 3'üncü yy.da gelmiştir. Biri Batı'da Roma-, diğerleri Doğu'da Kudüs, Antakya, İskenderiye ve İstanbul'da olmak üzere beş patriklik vardır. Bunlardan üçü-Roma, Antakya ve İskenderiye-, İznik Konsili (M. 325) döneminde mevcuttu. İstanbul Patrikliği o zaman var idiyse de, buranın Doğu'nun diğer patrikliklerinden üstün kabul edilişi, 381'de toplanan ikinci ökümenik (genel) konsil'de olmuştur. Bu tarihte İstanbul patriği, Roma'dakinden hemen sonra gelmiştir (DRE, 327). Kadıköy konsilinden (M. 451) sonra İstanbul metropolitan'ı, Trakya, Pontus ve Küçük Asya kiliselerinin yetkilisi yapıldı ve patriklik olarak tanındı. Topraklarının geniş oluşu açısından en büyük patriklik İskenderiyede olmakla beraber, İstanbul Patrikliği hem kilise, hem de nüfuz bakımından daha üstün idi (FW, 630). Kudüs patrikliği, şehrin önemi sayesinde sonraları önem kazanmışsa da, tesir sahası küçük olmuştur (DRE, 327).

İstanbul'daki, en son yerleştiği semt olan "Fener"in adıyla "Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi" diye anılan patrikliğin, günümüzde (1991) yaklaşık üç bin mensubu bulunmaktadır.

Patrikhane. Patrikhane, birleşik isim olup, "patrik" ve (Farsça) "hane"den meydana gelmiştir. Patriğin makamına dendiği gibi, hristiyanların dinî ve resmi işlerini yürüten Ortodoks Kiliseleri Başkanlığı'na verilen ad (M. Larousse, IX, 941, "Patrikhane'' md.).

M. Süreyya ŞAHİN

PUTPERESTLİK

İnsanların, Allah Teâlâya yapmaları gereken ibadet, göstermeleri gereken saygı, sevgi ve korkuyu, Onun dışında herhangi bir mahluku mabud kabul ederek ona yöneltmeleri hali. Put, ayet ve hadislerde "sanem" ve "vesen" şeklinde de isimlendirilmektedir. "Asnâm-putlar", "sanem" kelimesinin çoğuludur. İbnul-Esîr, en-Nihâye, adlı kitabında "sanem" kelimesini; "Allah'dan başka ilâh edinilen şey" diye tanımlamaktadır. Bu da müşriklerin taptıkları putlar anlamına geldiği gibi, Allah'ın nizamına ve hâkimiyetine engel olan tüm tağutlar manasınadır. Allah'ın nizamına ne şekilde olursa olsun engel olan ve bu manada putlara, heykellere ve büstlere değer veren kimseler de aynen putperest müşrikler gibidirler. Namaz kılsalar, oruç tutsalar, hac yapsalar da, onlardan hiçbir farkları kalmaz.

Yine İbnül-Esîr, şöyle demektedir: "vesen" ile "sanem" arasında fark bulunmaktadır. Vesen; insan sureti ve şekli gibi taştan, ağaçtan ya da toprağın her hangi bir madeninden yapılan cüsseli şeydir ki; bir yere dikilir, müşrikler tarafından buna tapınılır, ibadet olunur. Sanem ise; cüssesiz şekilden ibarettir. Kimi lügatçılar ise bu iki kelime arasında her hangi bir ayırım gözetmeyip her iki kelimeyi aynı anlamda ve birbirlerinin yerinde kullanmaktadırlar.

Allah Teâlâ insanlığın babası Adem (a.s)'ı eşi ile birlikte yeryüzüne indirdikten sonra, Adem'in nesli çoğalıp artmıştı. Bu ilk nesil, tek bir ümmet olup, aynı dine ve ayrı ma'buda tabi olarak, doğruluk ve istikamet üzere idiler. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "İnsanlar tek bir ümmetti. Allah Peygamberi müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdi. İnsanların ayrılığa düşecekleri hususlarda aralarında hüküm vermek için onlarla birlikte hak kitaplar indirdi" (el-Bakara, 2/213). İbn Abas (r.a)'dan rivayet edilen bir hadiste şöyle denilmektedir: "Âdem ile Nûh arasında on asır vardır. Bu zaman içinde insanlar Allahın şeriatı üzerinde idiler. İhtilafa düştükleri anda Allah müjdeleyiciler ve uyarıcılar olmak üzere peygamberler gönderdi" (İbn Cerir et-Taberî, Tefsir, II,194). İkrime'den nakledilen diğer bir hadiste de; Âdem'le Nûh arasında herkesin İslâm üzere bulunduğu on asır vardır" (a.g.e, XXlX, 162) denilmektedir.

Düşman (şeytan) insanoğluyla sürekli uğraştı. Onları kâfirler ve müminler şeklinde iki gruba ayırana kadar mücadelesine devam etti. Öldükten sonra dirilmeyi inkâr ettirip putperest bir toplum yapıncaya kadar savaşını sürdürdü. Allah Teâlâ, Nûh kavminin durumunu şöyle anlatmaktadır; "İnsanlara, sakın tanrılarınızı bırakmayın. Ved, Suva, Yağus, Yeûk ve Nesr putlarından asla vazgeçmeyin" dediler" (Nûh, 71/23). İbn Abbas şöyle demektedir: Bu isimler Nûh kavminin salih kimselerinin isimleridir. Onlar öldüklerinde şeytan bu kavme oturdukları yerlere onların hatırasını canlı tutmak için putlarını dikmeleri fikrini verdi. Onlar bunu yaptılar, ancak onlara hiç bir zaman tapınmadılar. Bu ilk nesil geçtikten sonra gelenler, dikiliş gayelerini unutup onlara tapınmaya başladılar (Buharî, Tefsir, 71).

Arapların dini inançlarına şirki ilk sokan kimse Amr bin Luheyy'dir. Resulullah (s.a.s); "Âmr İbn Âmir el-Huzâ'îyi Cehennemde bağırsaklarını sürürken gördüm. Bu adam ilk saibe bırakan adamdır" (Müslim, Cennet, 13; Buhârî, Menakıb, 9) demiştir.

Başka bir rivâyette de; "Arapları putlara tapmaya yönelten ilk kimsedir" (Ahmed İbn Hanbel, III, 353) denilmektedir. Peşinden her Arap kabilesi için yücelttikleri, sığındıkları, kurban kestikleri, şefaat diledikleri putlar ortaya çıktı. İbn Cüreyc'in de dediği gibi; Lât, Sakif kabilesinden yağla kavut'u karıştıran bir kimse idi ve öldüğü zaman mezarına bir put dikmişlerdi. Resulullah (s.a.s), Mekke'yi fethettiğinde, Beytullah'ın etrafında üçyüz altmış put bulmuştu. Resulullah (s.a.s), yayının ucuyla bu putların yüzlerine, gözlerine vurarak onları itiyor ve yere yuvarlıyordu. Sonra da Lât'ın dışarı çıkarılmasını ve yakılmasını emretti.

Bu putların aslının bazı salih ve veli kimselerinin suretleri olduğu ortaya çıkmıştır. Müşrikler, onların Allah'ın indinde büyük bir makama sahip olduklarına inanıyorlardı. Onları, Allah Teâlâ ile kendi aralarında aracılar ve şefaatçılar edindiler. Onlara göre Allah Teâlâ, ancak bu putların aracılığı ve şefaati ile halkı rızıklandırıyor, hidayet ediyor, fayda sağlıyor ve zarara uğramalarını engelliyordu. Onlar bu putları o salih kimselerin hatıralarını canlı tutmak, bu vesile ile ibadet ve dualarını daha bir şevkle yapabilmek için edinmişlerdi. Bu putlara tapınırken, aslında bu salih kimselere tapınıyorlardı. İbadetleri kendi elleriyle yaptıkları putlara değildi. Nitekim Allah Teâlâ, putperest bir kavimden bahsederken onların meleklere, cinlere ve peygamberlere tapındıklarını bildirmekte olup, bunların tamamı Kur'an-ı Kerim'de mevcuttur. Bu müşrikler, tapındıkları ilahların yarattığına, rızıklandırdığına, diriltip öldürdüğüne inanıyor değillerdi. Allah Teâlâ onların bu durumlarını hikâye ederek şöyle buyurmaktadır:

"Yemin olsun ki, eğer onlara; gökleri ve yeri yaratan, güneşi ve ay'ı hizmete amade kılan kimdir?" diye sorsan, mutlaka; Allah'tır" derler" (el-Ankebut, 29/61); yemin olsun ki, eğer onlara; gökten su indirip onunla yeryüzüne öldükten sonra tekrar hayat veren kimdir?" diye sorsan, mutlaka; "Allah'tır" derler" (el-Ankebut, 29/63). Kur'an-ı Kerim'de bu tip misaller çoktur.

Müşrikler telbiyelerinde şöyle derlerdi: "Yalnız bir şerik (ortak) müstesna, o sen'in şerikindir. Sen, ona ve onun sahip olduğu her şeye maliksin" (Müslim, Hac, 3/22).

İmam Şehristanî bu konuda şöyle demektedir: "Onlar ne zaman putlara yönelmek üzere ellerinde bir hüccet, delil, izin veya Allah Teâlâ tarafından bir emir olmadığı halde gayret gösteriyor, ihtiyaçlarının giderilmesini onlara bağlıyorlarsa, onların bu hareketleri bir ibadet olmuş oluyor. Onların bu putlardan ihtiyaçlarının giderilmesini taleb etmeleri, onda bir ilâhlık bulunduğuna inandıklarını isbat etmektedir. Bundan dolayıdır ki onlar; Biz onlara tapınmıyoruz. Onlar bizi sadece Allah'a yaklaştırıyor" (ez-Zümer, 39/3) derler.

Bu durum, Allah Teâlâ'ya olan ibâdeti hakkıyla yerine getirmenin; sevgi, boyun eğme, korkma, sığınma, tevekkül, korku ve ümit, kurban adama, namaz, dua vb. İbadet türlerinin tamamında hiç bir şeyi ortak koşmadan ona hasretmeden ibaret olduğunu ortaya koymaktadır. İbadet türlerinden her hangi birinde melek, nebi, salih kimse, taş, ağaç gibi şeylere yönelen bir kimse müşrik ve kâfirdir. Geçmiş müşriklerin şirkleri de bu idi. Fakat, ibadet ve şirkin anlamını bildikleri zaman, Allah'tan başkasına dua etmenin ve bir şey istemenin ne anlama geldiğini bilirler.

Bundan dolayıdır ki, ilâhlar edinip, onlara ibadet ederek Allah Teâlâ'ya ortak koştular; bunların ilâhlar olduklarını açıkça ortaya koydular ve Allah'tan başkasına tapındıklarını gizlemediler. Fakat çağdaş müşrikler ibadet, tevhid ve şirkin hangi anlama geldiğini bilmediklerinden; velilere, salih kimselere ve nebilere, tapınmanın her çeşidi ile tapındıkları halde, kendilerinin müslümanlar olduklarında ısrar edip duruyorlar. Bunun sebebi, onların bu yaptıklarını"ibadet" olarak isimlendirmemeleridir. Ayrıca ilâh edindikleri şeyleri de ilâhlar olarak isimlendirmemektedirler. Fakat böyle yapmaları onlara ne fayda sağlar ne de putperestlikten kurtarır. Hanbeli imamlarının büyüklerinden olan İbn Akil; "Cahil ve bayağı insanlara dinî sorumluluklar ağır gelmeye başlayınca, şerîatın koymuş olduğu prensiplerden yüz çevirerek nefisleri için uydurmuş oldukları prensipleri yüceltmeye yöneldiler. Bu onlara çok kolay gelir ve böylece başkalarının emri altına girmemiş olurlar" diyerek şöyle devam etmektedir: "Anlayışıma göre onlar kabirlere tazim etmek, şeriatın nehyettiği halde ateş yakarak onlara saygı göstermek, kıble edinmek ve özel bir temizliğe tabi tutmak, mezardaki ölüye ihtiyaçları arzetmek, "ey mevlam benim için şunu şunu yap" şeklinde kâğıt yazmak, hayır ve iyilik getirmesi dileğiyle toprağından almak, kabirlerin üzerine güzel kokular atmak, sırf onları ziyaret etmek için yolculuğa çıkmak sureti ile kâfir olmaktadırlar".

İbrahim (a.s)'ın kavmi yıldızlara tapınmakta idi. Onların inançları şöyleydi: "Alem için, yaratan, idare eden, ona hükmeden, bir varlık vardır. Bizim üzerimize düşen yükümlülük ise, onun yüce varlığına ulaşmaktaki aczimizin bilincinde olmaktır. O'na ancak, O'nun yakınları olan aracılarla yaklaşılabilir. Bu aracılar ise, fiil, hal ve cevher olarak takdis edilip temiz kılınan ruhanîlerdir. İcad etmede, yaratmada ve işleri bir halden diğer hale sokmada, yaratıkları başlangıçtan kemale erdirmede sebep olan aracılar bu kimselerdir.

Onlar bu işleri yüce, mukaddes, ilâhî zattan dileyerek aldıkları kuvveti, süflî varlıklar üzerine yayarak yerine getirirler; yedi gezegenin yörüngeleri içerisindeki hareketlerini düzenlerler. Bu gezegenlerden her biri bu ruhanîlerden birinin heykelidir. Yani her ruhânî için bir heykel vardır ve her heykelin de bir gök tabakası vardır. Ruhanînin bir heykel'e nisbeti, ruhun cesede nisbeti gibidir. Yani o ruh onun rabbidir. İdareci ve yönlendiricisidir. Ancak aracının görülüyor olması kaçınılmazdır ki, ona yönelmek ve ona yaklaşmak ve ondan istifade etmek mümkün olabilsin". Böylece onlar yedi gezegenden oluşan bu heykellere sığındılar; onların menzillerini, doğuş ve batış yerlerini iyice öğrendiler; gündüzleri, geceleri ve saatleri ona göre bir taksimata tabi tuttular; her heykel için özel bir efsun yaptılar; bir takım efsunlu sözler ve dualar öğrendiler; ayrıca her gezegen için bir gün tayin ettiler. Meselâ, Zühal için cumartesi gibi... Bu günde befirli bir saati gözetleyerek o saatte bu gezegenin hey'eti, yapısı ve şekli üzerine yapılmış dualarla ona has elbiseler giyiyor, ona ait tütsü ile tütsüleniyor, o heykele ait dualarını okuyarak ondan ihtiyaçlarını gidermesini istiyorlardı. Bu, diğer gezegenler için de aynı şekilde tekrarlanıyordu. Onlar bu gezeğenleri ilâhlar ve rabler olarak adlandırmakta idiler. Allah ise, rablerin rabbi, ilâhların ilâhı idi. Onlar, heykellere yaklaşarak ruhanilere yaklaşmış oluyor; ruhanilere yaklaşmakla da Allah Teâlâ'ya yaklaştıklarını kabul ediyorlardı.

Sonra yıldızlara tapınmak için tuhaf şeyler ürettiler. Bunlar, sihir ve kehanet kitaplarında zikredilen tılsımlar, efsunlar ve insanların yakalarına takılan diğer şeylerdir. Bunların tamamı üzerinde tam bir bilgi sahibiydiler.

Peşinden onlardan bir grup şöyle dedi: "Kendisiyle tevessülde bulunulan bir aracının, kendisiyle şefâat dilenilen bir şefâatçinin ve ruhanîlerin varlığı kaçınılmazdır. Madem ki vesileler bunlardır ve biz onları gözle görüp hitap edemiyoruz; o halde heykelleri olmadan onlara yaklaşmamız gerçekleşmez. Fakat heykeller (yıldızlar) bazı vakitler görülür, diğer bazı vakitlerde de gözükmezler. Çünkü onlar doğarlar ve batarlar. Dolayısıyla bizim için yaklaşma olayı tamamlanmış olmaz. Öyleyse, bu şahısların putlarını sürekli gözümüzün önünde olacak şekilde dikmemiz kaçınılmazdır. Böylece biz onlara bağlanır, onlarla heykellere ulaşır ve bu heykellerle de ruhanîlere yaklaşmış oluruz. Ruhanilere ulaşmakla da onlar vasıtasıyla Allah Teâlâya yaklaşırız ve Allah Teâlâya yaklaşmak için onlara ibadet ederiz; onlar bize Allah yanında şefaatçi olurlar. Onlar yedi heykeli temsil eden, insan suretinde putlar edindiler. Her put bir heykel (gezegen)'e karşılıktı. Bunun için onları heykel'in aslı olarak gözettiler; onlar için tapınaklar yaptılar, bekçilik ve hizmetçilik gibi görevler ihdas ettiler; onlara ibadet kastıyla ziyaretlerde bulundular ve onlar için kurban kestiler. Bu putperestlikler eski çağlarda olduğu gibi yeni çağlarda da sürekli var olmuştur.

Bunların bir grubu güneşe taparlardı. Şeriatleri, ona tapınma üzerine kurulmuştur. Onlar güneş için bir put edinmişlerdir. Onun bir elinde ateş renginde bir maden parçası vardır. Adına inşa ettikleri bir de özel tapınak vardır. Bu tapınakta, puta hizmet eden ve onu bekleyen görevliler bulunmaktadır. Bu mabede gelerek tapınıyor, dua ediyor, dilekte bulunuyorlar. Güneş doğduğu vakit hepsi secdeye kapanıyorlar. Aynı şekilde öğlen vakti tepe noktasına geldiği ve akşam battığı vakit de secdeye gidiyorlar. Bu üç vakitte tapınmaya gitmeleri için şeytan onları dürtü ile harekete geçiriyor. Bunun içindir ki Resulullah (s.a.s), görünüş itibariyle olsa bile, kâfirlere benzememek için bu vakitlerde namaz kılmaktan kaçınılmasını emretmiştir.

Bunun gibi başka bir topluluk aya, diğeri Zuhal gezegenine ve başkaları da buna benzer şeylere tapınıyorlardı. Putların yapılmasının asıl sebebi, ilahlarının ortada olmayışıdır. Böylece, onun şeklinde ve görünüşünde bir put yaparak onu ilahlarının vekili ve makamım dolduran varlık olarak kabul ediyorlardı. Akıllı bir kimse eliyle yaptığı tahtadan veya taştan bir nesnenin ilâh olamayacağını bilir.

Ölülere ve kabirlere saygı göstermek, şirkin çeşitlerindendir. Cenab-ı Allah kabirlerin üzerlerinde mescidler edinilmesini yasaklamış, bunu yapanı da lânetlemiştir. Ancak, özellikle kastedilen bir yer olarak seçilmediği zaman, bunda bir mahzur yoktur. Aynı şekilde mezarların bayram yeri edinilmesini de yasaklamıştır. Bayram, Arapça "tekrarlama, geri dönme" (el-Muavede) ve alışkanlık haline getirme (el-İ'tiyâd) kelimelerinden alınmıştır. Bu bir yere isim olarak verildiği zaman ondan, bu yerin toplanma yeri olduğu kastedilir. Tapınma veya başka şeyler için sürekli gidilen bir yer olur. Böyle bir yerde namaz kılmak, onu tavaf etmek, kıble edinmek, istilam etmek, toprağı üzerine çizgiler çizmek, üzerine bina yapmak, üstüne mum yakıp koymak ve buna benzer bir çok uygulama yasaklanmıştır. Bütün bunlar Resulullah (s.a.s)'ın ümmetine, önceki kavimleri helâk eden şirke düşmelerini önlemek için bir rahmettir. Bir çok ülkede kabirlerin üzerine yapılan binalar (türbe) görülmekte; insanlar onlara tazimde bulunmakta, uzaktan yakından onlara yakarmakta, Allah'ın evlerinde ve seher vakitlerinde yapmadıkları ibadetleri orada içtenlikle yerine getirmektedirler. Bir kısmı, onlar için secde etmekte, çoğunluğu ise namazın bereketini onların yanında dilemekte, mescidlerde yapmadıkları dua ve niyazları yapmaktadırlar. Bunların tamamı, bu kabirleri put edinmek ve Allah'dan başka bir ilâhâ tapınmaktır. Resulullah (s.a.s) şöyle buyurmaktadır: "Allahım! Kabrimi tapınılan bir put kılma" (Muvatta, Sefer, 85; Ahmed b. Hanbel, II, 246).

Bir başka hadisinde Resulullah (s.a.s) şöyle demektedir: "Allah, Yahudilerle Hristiyanlara lânet etsin; onlar nebilerinin kabirlerini mescidler edindiler". Âişe (r.anh), "Eğer bu (endişe)olmasaydı, Peygamber (s.a.s)' in kabri açıkta bulundurulacaktı" demiştir (Müslim, Mesacid, III).

Bütün bunlar, onunla şirk tohumlarının ekilmesini önlemek içindir. Resulullah (s.a.s), kabirlere tazim etmenin, onları put edinmenin Allah'dan başkasına ibadetin tohumlarını ektiğini bildirmektedir.

Puta tapıcılık sadece İslâm öncesi Arap toplumuna has bir olay değildir. Çağımızda da putçuluk daha değişik görünümler altında varlığını sürdürmektedir. Putçuluk, yalnızca sert bir taştan yapılmış heykel önünde eğilmek ve ona tazim göstermek olarak ele alınırsa, kuşkusuz büyük bir yanılgı içine düşülür. Kaldı ki, müşrik Arap toplumunun elleriyle yaptıkları putlara gösterdikleri saygıyı bu çağda da görmek mümkündür. Hattâ bu tür putçuluk bu gün fazlasıyla hüküm sürmektedir. Put, putlaştırmak isteyenlerin arkasına gizlendikleri birer işaret ve alametten başka bir şey değildir. Yoksa putun mutlaka bir ağaçtan dikilmiş yahut bir taştan yontulmuş olması zaruri değildir. Allah'ın dışında tapınılan herşey puttur. "Allah"ı bırakıp da kendilerine kıyamete kadar cevap veremeyecek şeylere tapanlardan daha sapık kimdir?" (el-Ahkaf, 46/5). Allah tarafından gönderilmiş bir delil olmaksızın, O'ndan başkasına itaat eden, bir hükme sahip olduğuna inanan, O'ndan başkasına dua edip bir şey isteyen, Allah'a şirk koşmuştur. Dolayısıyla putçuluğun şirkle ve küfürle yakından bağlantısı vardır. Puta tapan bir kimse hem Allah'a şirk koşuyor, hem de küfre giriyor demektir. Göklerde ve yerde bütün otorite ve yetkilere sahip olan, ancak Allah'tır; yaratma O'na mahsustur; bütün nimetler O'nun kudret elindedir; bütün işler yalnızca ve yalnızca O'na aittir; kuvvet ve çare O'nun hükmündedir; göklerde ve yerde olan her şey ister istemez O'na itaat etmeye, emrine boyun eğmeye mecburdur. İşte bunun için O'ndan başka ilâh yoktur. Kur'an-ı Kerim, insanların ibadet ettikleri şeylerin Allah'ın kulu ve O'nun karşısında aciz olduklarını açıkladıktan sonra, insanları ve cinleri ibadet kelimesinin muhtelif manalarıyla yalnız Allah'a ibadete, sadece O'na kulluk etmeye, ancak O'na itaatte bulunmaya, kişinin O'ndan başkasını tanrı kabul etmemesine ve ibadetin hangi çeşidiyle olursa olsun O'ndan başkasına tapılmamasına çağırıyor: "Andolsun ki, biz her ümmete, Allah'a kulluk edin, putlara tapmaktan kaçının diye bir elçi gönderdik..." (en-Nahl, 16/36).

Eymen ed-DIMAŞKÎ

Şamil İA V. F. 14

PROTESTANLIK

Hristiyanlığın en büyük üç mezhebinden biri XVI.yy.da Martin Luther ve Jean Calvin'in öncülüğünde Katolik Kilisesi'ne ve Papa'nın otoritesine karşı girişilen Reform hareketi'nin sonucunda doğmuştur (1529). Protestanlar akla büyük yer vererek yerleşmiş kaideleri protesto ettikleri için bu adı almışlardır. Papazlara ihtiyaç duymaksızın İncil'i okuyabildikleri için Protestanlığa İncil kilisesi de denilmiştir. Çünkü onlar İncil'i Hristiyanlık için tek kaynak saymışlardır. Protestanlık, diğer hristiyan mezheplerinden bazı farklılıklar arzeder. Bunların Katolik ve Ortodokslar gibi ruhanî başkanları yoktur. Bir tek mezhep yerine çeşitli mezhepler halinde faaliyet gösterirler. Kiliselerinde resim, heykel ve tasvir bulundurmazlar. Katoliklerin aksine Protestan râhipleri evlenebilir. İncil'i kendi dillerinde okuyabilmek de Protestanlığın bir başka özelliğidir. Katoliklerle Ortodokslar ise İncili Yunanca ve Lâtince okumak zorundadırlar. Protestanlıkta azizlere de inanılmaz.

Katolik kilisesi, Ortaçağ'ın sonlarına doğru, putperestlik ve Musevilik'ten birtakım ilkeleri Hristiyanlığa katmak isteyince, Katolikliğe karşı zaten mevcut olan tepki bir kat daha artarak dinde yenileşme hareketi gündeme gelmiştir. Bu hareketin başında bulunan M. Luther, J. Calvin ve Zwingle, Katolikliği yeniden gözden geçirdiler ve inancı esas aldılar. Onlara göre halen mevcut olan Hristiyanlık, Hz. İsa'nın tebliğ ettiği dinden çok farklıdır. Çünkü Papalık, Hristiyanlığın aslında olmayan birçok ilkeleri dine eklemiştir. Râhiplerin günah bağışlamaları, para karşılığında Cennet'ten yer almak imkânı, vatandaşı inleten birtakım ağır vergilerin konulması, İncili yalnız ruhbân olanların okuyabileceği vb. hep Hz. İsa'nın dinine sonradan ilâve edilmiş hususlardır. M. Luther'in öncülüğünde girişilen Reform Hareketi'yle Hristiyanlık saf şekline getirilmeğe çalışılmıştır. Reform Hareketi tam anlamıyla hedefine ulaşamamakla beraber yine de başarılı olmuştur. Ancak zamanla Reform önderleri arasında çıkan bir takım fıkir ayrılıkları, Protestanlığın da bir elden yönetimini güçleştirmiş; Anglikanizm ve Serbest Protestanlık mezhepleri fikir ayrılıklarından sonra teşekkül etmiştir. Daha çok İngiltere'de yayılan Anglikanizm, Katolikliğe en yakın mezheplerden biridir. Erasmus ve Castellion gibi hümanistlere bağlanan Serbest Protestanlık, Katolik mezhebinden oldukça farklı doktrinler ihtiva etmektedir.

Protestanlık XVI.yy.da Avrupa ve diğer kıtalarda, daha çok Katolikler arasında yayılma imkânı bulmuş; Ortodokslar arasında ise aynı şansa sahip olamamıştır. Bundan dolayı da Katolikler arasında fazlaca taraftar bulabilmiştir. Müntesiplerinin sayısı çok olmamakla beraber, Protestanlık bu gün dünyanın en büyük Hristiyan mezheplerinden biridir. Protestanlık daha çok Cermen ırklarınca (Almanlar, İngilizler, Flamanlar, İskandinavlar) kabul edilmiş; diğer ülkelere de bu kavimler tarafından götürülmüştür. Fransızlar, Macarlar, Çekler ve Lehler gibi bazı Katolik milletler arasında az nisbette yayılmasına karşılık; İtalyanlar, Portekizliler, Avusturyalılar arasında hemen hemen hiç taraftar bulamamıştır. Bununla beraber Anglo-Saksonlar, İskandinavyalılar ve Kuzey Almanların büyük bir ekseriyeti Protestanlığı kabul etmiştir (O. Simmel R. Stühlin, Christliche Religion, Hamburg 1957, s. 256).

Protestanlığın kurucusu sayıları M. Luther'e tâbi olanlara Lüteryen veya Reforme denir. Alman, İskandinav ve Baltık ülkeleri bu mezhebe bağlıdır. Protestanlığın ikinci büyük adamı J. Calvin'in yolundan gidenlere Kalvinist denir. İskoçlar, İsviçrelilerden bazıları ve Hollandalılar bu mezhebe bağlıdır. İngilizlerin büyük bir ekseriyeti Anglikan'dır. İngiltere'de mezhebin başı hükümdardır. Yetkisini iki başpiskopos vasıtasıyla kullanır. Evangelistler daha çok Federal Almanya'da bulunmaktadır.

Protestanlık insanoğlunun kurtuluşunu yalnız ve sadece Allah'ın inayetinde görür. Bundan dolayıdır ki, bir hristiyanın selâmete ermesi, o kişinin dine bağlılığında, yaptığı işlerde veya faziletlerinde aranmaz. Günahkâr bir insanın kendi gayretiyle kurtuluşa ermesi mümkün olmadığı gibi, günah çıkarma da zorunlu değildir. Hiç kimse Allah adına günah bağışlayamaz. Kişinin kurtuluşu ve mutluluğu ancak Allah'ın karşılıksız lütuf ve inayetiyle mümkündür. İnsan, Allah'ın bu inayetini kazanabilmeleri için ne kadar gayret sarfederse etsin, önemli değildir. Protestanlara göre insanların Allah'a ulaşmalarında hiç bir kilise görevlisine ihtiyaçları yoktur. Ancak hemen belirtelim ki, bu sözlere bakarak Protestan Kilisesinin dini görevleri hiçe saydığı sonucu çıkarılmamalıdır. Protestanlık da Aziz Pavlus'un öğretisine sadık kalarak dinin emir ve yasaklarına harfiyyen uymayı Hristiyanlığın temel unsurlarından biri sayar. Protestanlık'ta insanın Allah'a karşı olan şükranı, Allah'ın insana karşı beslediği sevginin bir görüntüsü kabul edilir. Bu bakımdan insan Allah'ı sevdiği kadar, O'nun yarattığı kulları da sevmelidir (Mey. Lar. X, 345).

Reform döneminde doğan yeni kiliseler için Protestan adının kullanılması bir hayli zor olmuştur. Reformcu Hristiyanlığın birçok çeşidini ihtiva ettiği ve Katolikliğe karşı çıktığı için Ortodoks olmayan bütün akımlar Protestan terimiyle ifade edilmiştir. Ancak XlX.yy.da ortaya çıkan Oxford Hareketi, İngiltere Kilisesine bağlı din adamı ve kilise üyelerinin "Protestan" adını almasını reddetmiştir. Bununla beraber Reform ilkelerini benimsemiş kiliseler günümüzde de "Protestan" adıyla anılmaktadır.

Reform dönemindeki Protestanlığın temel öğretileri şöyle özetlenebilir: İman ve kilise düzeni konularında mukaddes metinler üstündür; arınma yalnız iman vasıtasıyla mümkündür; bütün inananlar din adamı sayılır. Ayinler konusunda Protestanlar arasında daima görüş ayrılıkları olmakla beraber, dua ve ayinleri her milletin kendi diliyle yapması prensibi genel ilke olarak kabul edilmiştir. Bütün Protestan kiliseleri, yalnızca İncilde yer aldığı öne sürülen Vaftiz ve Komünyon ayinlerini, eski şekliyle ve büyük bir titizlikle devam ettirmektedirler.

Protestanlık tarihi bir süreçten sonra bu günkü halini almıştır. XVII.yy. boyunca öğreti düzeyinde kaldığı için Protestanlığa bu açıdan "Skolastik dönem Protestanlığı" denilmiştir. Bu dönemin tesirleri Lutherci kiliselerde XIX.yy. başlarına kadar sürmüştür. Skolastik Kalvencilik özellikle İsviçre ve Hollanda'da etkili olmuş, aynı akım İngilterede Presbiteryenlik, Amerika'da Püritenlik şeklinde yaygınlaşmıştır. XVIII.ve XIX.yy.larda Protestan dünyasında "Kaynağa Dönüş" akımları gelişmiştir. Bu gelişmelerin sonucunda "İsanın izleyicileri" vb. yeni kilise cemiyetleri teşekkül etmiştir. Kaynağa dönüşte Karl Barth gibi düşünürlerin büyük rolü olmakla beraber, burada en büyük âmil, Kitab-ı Mukaddes'in hem özü, hem de sözüyle yazılmaz olduğu öğretisinin Protestan cemaatlerince benimsenmesidir (Ana Brit. XVIII, 175).

Dini coğrafya açısından Protestanlığın kıtalar arası dağılımdaki yeri Katoçklik'ten hemen sonradır. Dünyada en fazla Protestan Kuzey Amerika'da bulunmakta; ikinci sırada Avrupa ülkeleri gelmektedir. Protestanlık Kuzey Amerika ile Okyanusya'da en büyük din durumundadır (Yeni Türk Ansk. VIII; 3126. Dünyanın en büyük, protestan cemaatleri sırası ile ABD, İngiltere, Federal Almanya, Nijerya, Güney Afrika Birliği, Kanada, Avustralya, Brezilya, Hollanda, İsveç, Danimarka, Finlandiya ve Endonezyadır.

Osman CİLACI

KATOLİK

Hristiyanlığın Roma kilisesine bağlı olduğu bir mezheb.

Kelimenin kökü Yunanca "Kath holou" dan gelmektedir. "genellikle" anlamındadır. Kelime, pek eski olup ayrı bir kilise deyimidir. Katolik; cihan şümûl, küllî Kilise demektir. Bu kelime, "her yerde, her zaman ve herkes tarafından" kabul edilen inanç veya uygulamaları ifade etmek üzere ve dinden çıkanlarla ana kitleden ayrılanlara karşı ana caddeyi koruyanları belirtmek için kullanıldı. Bu anlamda "Ortodoks" kelimesinin ifade ettiği anlamı da kazanmıştır.

Hristiyanlık 1054'de öncekilerden daha büyük bir sarsıntı geçirdi. Roma Papa'sı Fotyüs ile Bizans Patriği Mihael Serularyüs karşılıklı birbirlerini afaroz ettiler. Zahirde Kutsal Ruh'un "Baba"dan mı, yoksa hem "Baba" hem "Oğul" dan mı çıktığı başta olmak üzere bazı teolojik meselelerin bölünmeyi hazırladığı görülmekte ise de, geri planda, üstünlük, Kilise anlayışı ve diğer bazı siyasî sebepler bulunmaktaydı. Roma Kilisesi kendine bir ad buldu: "Katolik". Bu arada Bizans Kilisesi de "Ortodoks" adını almıştı. XVI. yüzyılda yine kutsal dil, İncil'in diğer dillere çevirilip çevirilememesi gibi, zahiri sebepler arkasında bulunan sosyal, siyasî, iktisadî (vergi, hâkimiyet vb.) faktörler sonucu ikinci bir büyük bölünme yaşanarak Protestanlık doğdu.

Hz. İsa'nın Kilisesini Petrus'un Kayası üzerinde kuracağını söylemesi (Matta, XV1, 18), Petrus ve Pavlus'un mezarlarının Roma'da bulunması dolayısıyla Roma'nın Hristiyanlığın merkezi olduğunu ileri sürmekte olan Katolik Kilisesi, kendini "Kutsal, Katolik, Havarilere dayanan Roma Kilisesi" olarak nitelendirir.

Daima Hristiyan âleminin en fazla mensubuna sahip bulunma özelliğini koruyan bu mezhebin dünyanın her tarafında üyeleri vardır. Bugün dünyada yarım milyarı geçen insan Katolik'tir. Katoliklerin dînî başkanı Papa lakabını alır. Papa bugün aynı zamanda Vatikan devletinin başkanıdır. İbâdet dilleri Latince olan bu kitlenin dînî geleneği, merkezleri Roma'dan kaynaklanır. Ancak II. Vatikan Konsilinde diğer dillerde ibâdete izin verildi. Papa VI. Hadrian'dan, 1522-1523'den beri Papa'lar münhasıran, (İkinci dünya savaşından sonra da Kardinal Meclisi üyeleri) çoğunlukla İtalyan asıllı olan kimselerden belirlenir. Avrupa'nın yarısına yakın, Kuzey Amerika'da dörtte bir, Güney Amerika'da ise çoğunluk nüfus Katoliktir. Roma'daki Papa ve Kardinal Meclisi'nin idare ettiği Katolik Kilisesi, başpiskoposluk ve piskoposluklara bölünmüştür. Meselâ 1958'de 10 başpiskoposluk ve 1283 esas ve 882 ünvan piskoposluğu vardı. Üstünlükte Kardinallerden sonra Piskoposlar gelir. Papa'yı Kardinaller seçer.

Katolik Kilisesi, doktrinde üç temele dayanır: Kutsal Kitap, Gelenek ve Kilisenin resmî telkini. Apokrif metinler Trent Konsilinde (1546-1563) alman bir kararla kabul edilir. Üç kredo (âmentü); yani Havariler, İznik ve Athanesyus Kredoları âyinlerde kullanılabilir. Şimdiki Katolik Kilisesine şekil veren Trent ve 1962-1965 yıllarında yapılan 11. Vatikan Konsilidir. Papa, Hz. İsa'nın vekili, Petrus'un halefidir. Papa, yanılmaz. Kilise dışında kurtuluş yoktur.

Kilise, Kutsal Ruh tarafından sevk ve idare edilir. İncil'in yorumu Kilise tarafından yapılabilir. Kutsal Ruh'un hem Baba hem Oğul'dan çıktığı; Hz. İsa'da ilahî, insânî iki tabiat bulunduğu; Hz. Meryem'in de oğlu gibi, aslî suçtan uzak olduğu, şefâat edebileceği, göğe yükseldiği; azizlerin de şefâatte bulunabileceği; kötülüğe temâyülün günah olmadığı kabul edilir.

Katolikler, 7 sakramente ve 20 konsil kararlarına itibar ederler. Onlara göre ergenlik çağına giren bir kimse senede bir günah çıkartmalıdır. Ruhban zümresi evlenemez, rahip olmayanlardan da evlenenler boşanamaz (boşandıktan sonra evlenme zina sayılır). Vaftiz, su dökülerek yapılır. Vaftizsiz ölen cehenneme gider.

Katolik Kilisesi; mister (sır) kültü, Roma ve Germen hukuku, Eflâtun ve Aristo felsefesi, modern tekâmül kâidelerinin bir karışımı yanında âyin sakrament, "kurban" (İslam'dakinden farklı olarak Hz. İsa'nın kendini insanlığın aslî suçtan kurtulması için feda etmesini âyinle tes'îd sadedinde), zühd, duâ, mu'cize inancı, hiyerarşi, keşişlik, mistisizm ve teoloji gibi dînî elemanları birarada bulundurmaya çalışan bir Hıristiyan mezhebidir (S.C.F. Brandon, A Dictionary of Comparative Religion, London 1970, s. 178; Eınar Molland, Christendom, London 1961; s. 43-96 vd.; Günay Tümer-Abdurrahman Küçük, Dinler Tarihi, Ankara 1988, s. 160-161).

Günay TÜMER

Şamil İ.A.
______________

AHD-İ CEDİD

Yeni ahid, yeni sözleşme. Hristiyanlara göre, putperestliğe sapan yahudîlerin bu durumlarına acıyan Cenâb-ı Allah, İsrâiloğulları ile yeni bir sözleşme yapmıştır. Bu sözleşme Hristiyan inancına göre, Allah'ın kendi oğlunu insan şeklinde dünyaya göndermesi, Mesih'in çarmıha gerilmesi ve öldürülüp tekrar diriltilmesi gibi sapık bilgilerle yoğrulmuş bir akîdeyi yansıtan muharref kitap İncil'den ibarettir. Buna göre Ahd-i Cedîd yalnız hristiyanlara ait olan kutsal kitaba yani İncil'e verilen isimdir. Yahudiler ve hristiyanların müşterek olarak inandıkları Ahd-i Atik'in otuz dokuz bölümü ile Ahd-i Cedîd biraraya getirilerek bunlara "Kitâb-ı Mukaddes" adı verilmiştir.

İncil'in Hz. İsa'ya Cenâb-ı Allah tarafından indirildiği hususunda Kur'an-ı Kerim'in Mâide Suresi, 5/46. âyeti ile şöyle buyrulmaktadır:

"Ardından da (bu peygamberlerin) izlerince Meryem oğlu İsa'yı kendinden önce gelen Tevrat'ın bir tasdikçisi olarak gönderdik. Ona da içinde bir hidâyet, bir nur bulunan İncil'i verdik. Bu ondan önceki Tevrat'ın bir doğrulayıcısı ve takva sahipleri için bir hidayet ve öğüt vericidir."

"Göz nuru" anlamına gelen İncil, Hz. İsâ (a.s.)'ın kendi konuştuğu İbrânî dilinin bir lehçesi olan Süryanice ile nâzil olmuştur. Fakat bugün Hz. İsâ'nın konuştuğu lehçe ile tam olarak uyuşan bir nüshası yoktur. Bu da bugün hristiyanların elinde bulunan İncil nüshalarının tamamen değiştirilmiş olup aslının bulunmadığını göstermektedir. Zira İncil'in Hz. İsâ'nın dünyadan ayrılışından en az elli yıl sonra ve başkaları tarafından yazıldığı bilinen bir husustur. Ahd-i Cedîd'in içinde dört adet İncil mevcut olup bunların hepsi Hz. İsâ (a.s.)'ın hayatını anlatmaktadır.

Bugün elde olup Hristiyanlar tarafından kabul gören dört İncil, ilk dönemlerde birçok Hıristiyan tarafından reddedilen ve asla kabul görmeyen kitaplardı. Hıristiyanlığın ilk dönemlerinde din adamları ve kiliselerin elinde çok sayıda ayrı ayrı İnciller vardı. Bunun için Hıristiyan dünyasında büyük ayrılık ve kargaşalıklar görülüyordu. Nihayet hristiyanlığı Bizans'ın resmi dini olarak kabul eden imparator Konstantinos'un buna müdahale etmesiyle Miladî 325 yılında hristiyanlığın inançlarını ve kutsal kitabını tesbit etmek üzere İznik'te bir konsil (Ruhanî Meclis) toplandı. Bu konsile hıristiyan dünyasından ve çeşitli mezhep ve ekolden bin civarında din adamı ve hıristiyan bilgini katılmıştı.

Bunların içinden Hz. İsâ'nın ilâh olduğuna inanan üç yüz on sekiz kişinin kararıyla bugünkü dört İncil kabul edilerek diğer kitaplarla birlikte hepsine "Ahd-i Cedîd" adı verildi. Bu konsilde günlerce süren tartışmalar neticesinde Hz. İsâ'nın ilâh olduğu hususu kararlaştırılmış fakat bu karara çok az kimse katılmıştı. Matta, Luka, Yuhanna ve Markos adını alan bu dört adet İncil'in Hz. İsâ'ya indirilen ve Kur'an-ı Kerim'de zikredilen Semâvî kitapla ilgisi olmadığı, içindeki birçok basit, birbiriyle çelişen bilgi ve hikâyelerden anlaşılmaktadır.

Her şeyden önce bu İncillerdeki uslüp aslâ ilâhi bir özellik taşımamaktadır. Hz. İsâ'nın dünyadan ref'i esnasında üç gün zindanda kaldığı Petros risalesinde yazıldığı halde diğerlerinde mevcut değildir. Eldeki İncillerin hiç biri sahih bir rivâyetle adını taşıdıkları müelliflerine ulaştırılamamaktadırlar. Bu dört İncil ele alındığında gerek kısım gerekse âyet sayısı itibariyle ve konuyu ele alış şeklinden aralarında çok büyük ve derin farkların ortaya çıkması, bunların ayrı ayrı kimseler tarafından yazıldığını göstermektedir.

Bugün hristiyanların elinde bulunan bu dört İncil'den Matta 28 kısım, Luka 24 kısım, Yuhanna 21 kısım ve Markos da 16 kısımdan ibarettir.

Bütün bu bilgilere göre bugün bir müslüman olarak Tevrat, Zebur ve İncil'in ilâhi birer münzel kitap olduklarına iman ediyor isek, şu mevcut değiştirilmiş halleriyle değil, Cenâb-ı Allah'ın Hz. Musâ, Hz. Dâvud ve Hz. İsâ'ya indirdiği şekillerine ve sahih metinlerine iman ediyoruz. Ancak bununla beraber Kur'an'ı Kerim'in gelişiyle bunların bütün hükümleri mensuh olmuştur. Tek hüküm ve şeriat olarak Allah'ın son-mesajı Kur'an-ı Kerim'in hükümleri geçerlidir.

Ahmed AĞIRAKÇA

Şamil İ.A.
_______________

AHD-İ ATİK

Eski ahid, eski sözleşme. Ehl-i kitap yani yahudî ve Hristiyanlarca kutsal sayılan kitaplardan bir kısmı. Ahdi atik'in Rab Yahve (Yahova) ile İsrailoğulları arasındaki bir sözleşme olduğuna inanılır. Yahudi inancına göre Rab, Hz. İbrahim (a.s.) ile bir sözleşme yapmış, aynı sözleşme daha sonraki peygamberler ile de tekrarlanmıştır. Bu sözleşme ile Rab Yahova İsrailoğullarını kendi kavmi ilân etmiş ve onları diğer insanlardan üstün kılacağını, onları Arz-ı Mev'ud* (Vadedilmiş Topraklar)'a götüreceğini söylemiştir. Yahudiler de bu vaade karşılık Rablerine verdikleri sözü tutup onun emirlerinden çıkmayacaklardı. Ahd-i Atik'in ilk otuzdokuz bölümünün kutsallığı konusunda görüş birliği olup, bunlar Kitab-ı Mukaddes'in ilk kısmını oluştururlar. Dokuz tanesi ise sadece Katolikler tarafından kutsal sayılmaktadır.

Ahd-i Atik üç büyük bölümden oluşmaktadır. Bunlardan Nebiim ve Kütübim kısımları Hz. Davud'a indirilen Zebur'dur. Ahd-i Atik'in en önemli bölümü ise Tora (Tevrat) olup Hz. Musa'ya indirilen kısımlardır. Bunlara Esfâr-ı Hamse (Beş Sifr) adı verilmektedir ki bunlar: Tekvin, Huruç, Levitik, Âdât ve Tesniye'dir. Bizim Tevrat dediğimiz bunlardan ibarettir .

Tevrat kelime olarak İbranî'ce olup "şeriat ve hak sözler" anlamını taşımaktadır. Kur'an-ı Kerim'de de Tevrat kelimesi için "İnsanlar için bir hidayet" olarak indirildiği (Âli İmrân, 3/3-4) ifade buyurulmaktadır. Hz. Musa hayattayken okuma yazma bilenlerin azlığı ve bu ilâhî kitabı ezberleyenlerin hemen hemen yok oluşu Tevrat'ın elde çok az nüshasının bulunmasına sebep olmuştu. Zamanla az olan bu nüshalar çeşitli sebeplerden dolayı korunamamıştı. Bilhassa Babil İmparatoru Buhtunnasır'ın Kudüs'ü zapt ve tahrip ederek İsrailoğulları âlimlerini öldürmesi ve şehri tahrip sırasında elde mevcut olan Tevrat nüshalarının yanması Tevrat'ın aslının kaybolmasına yol açmıştı. Bunun için de İsrailoğullarının elinde ilâhî bir emirler manzumesi kalmamış, dini hüküm ve itikad esaslarını düzenleyen kutsal kitap kaybolmuştu.

İsrailoğulları peygamberlerinden Hz. Süleyman (a.s.)'dan sonra gelen yirmidört yahudi hükümdarı, Hz. Musa (a.s.) ve ondan sonraki peygamberlerin getirdiği tevhîd akidesini terkederek irtidat etmiş, hatta çoğu putperestliğe geri dönmüştü. Bu dönemde İsrailoğulları arasında son derece yaygın hale gelen putperestliğin etkisiyle Mescid-i Aksa'nın içi putlarla dolmuştu.

Bize gelen bilgilere göre M.Ö. 622 yılında İsrailoğulları'nı yöneten Buşia adında bir hükümdar tekrar Hz. Musa'nın getirdiği dine dönmüştü. Bu hükümdar döneminde yaşayan Azra adında bir kâhin, kaybolmuş olan Tevrat'ın asıl nüshasını Kudüs'te bulup çıkardığını ileri sürmüş ve İsrailoğulları'na kendi uydurduğu bir kitabı Tevrat diye kabul ettirmişti. Eldeki Tora (Tevrat)'yı Azra yazmış ve bunun için Hz. Musa (a.s.)'ya indirilen Esfâr-ı Hamse (Beş Sifr) dışında birçok ilâve yapılmıştı. Zira bu ilâvelerde Hz. Musa'nın ölümünden ve ondan sonra meydana gelen olaylardan da söz edilmektedir. Hz. Musa'nın vefatıyla ilâhî vahiy kesildiğine göre, bu bilgilerin Azra'nın ilâveleri olduğu gayet açıktır. Böylece tek kişinin bilgi ve rivayetine dayalı olan bu kitap Tevrat olarak kabul görmüş, nüshaları çoğaltılarak yahudiler arasında yayılmıştı. Asırlarca sonra ve kaybolduğu kesinlikle bilindiği halde bu yolla ortaya çıkarılışı, bu kitabın sıhhati hakkında bize belli bir fikir ve kanaat vermektedir. Kur'an-ı Kerim'de de Tevrat'ın tahrif edildiği hususunda şöyle buyurulmaktadır:

"Halbuki onlardan (Hahamlık görevi yapan) bir grup, Allah'ın Kelâmını dinleyip iyice anladıktan sonra bunu bile bile tahrif ediyorlar." (el- Bakara, 2/75).

Bu duruma göre bugünkü Yahudilerin elinde olan Tevrat Cenâb-ı Allah tarafından Hz. Musa (a.s.)'ya indirilen ve Kur'an-ı Kerim'de zikredilen kitap değildir.

Tevrat'ın bugün elde mevcut olan nüshalarına gelince, üç adet olup, şunlardır:

1- Başta Yahudiler ve Hristiyanlardan yalnız Protestan mezhebince kabul edilen ve İbrânice olan nüsha.

2- Roma ve Doğu kiliseleri tarafından kabul gören Yunanca nüsha.

3- Sâmirî dilinde yazılmış ve yalnız Sâmirîlerin mûteber saydıkları nüsha.

Bu nüshalar Tevrat'ın en mûteber nüshaları olduğu halde aralarında birçok tezatlar, birbirine benzemeyen bilgiler, birbiriyle uyum sağlamayan bölümler vardır. Meselâ Hz. Âdem (a.s.)'in yaratılışından Hz. Nuh (a.s.) tufanına kadar geçen zaman Yunanca nüshada 2260, Sâmirî dilinde yazılan nüshada 1307 ve İbrânice nüshada 1650 yıl olarak kaydedilmektedir. Azra'nın bulduğunu söylediği nüsha bir dilden diğer dile aktarılırken, bir çok kısım, fıkra ve olay çıkarılmış; yer yer birçok tahrifata uğramıştır. Nüshalar arasında çok açık bir üslûp farkı göze çarpmaktadır. Bu nüshalarda bazı peygamberler hakkında verilen bilgilerde peygamberlerin "İsmet"* sıfatı ile çelişen hususlar bulunmaktadır. Ayrıca birçok hurafe* ve masal özelliği taşıyan kısımlar vardır. Bu bilgilerin Allah tarafından bir peygambere vahyedilmesinin mümkün olmadığı gayet açıktır. Bu nüshalara sahip çıkan grupların her birinin diğer nüshaların uydurma olduğunu ileri sürüp yalnız kendi nüshalarını kabul etmeleri de ayrı bir durumdur. Fakat bütün bunlara rağmen elde bulunan bu kutsal kitapta ilahî bazı bilgileri çağrıştıracak özellikler vardır.

Ahmed AĞIRAKÇA

Şamil İ.A.
____________________

BARNABA İNCİLİ (BARNABAS)

İncil nüshalarından aslına en yakın olanı.

Oniki Havari'den biri olup olmadığı ihtilaflı olan Barnaba, aslen Kıbrıslı olup yahudi bir aileden doğmuştur. Asıl adı Joseph (Yusuf)'tur. Barnaba ise "teselli oğlu" anlamında ona sonradan verilmiş bir lâkaptır. (Kitabı Mukaddes, Resullerin İşleri, IV, 36-37; Encyclopedia Britannica, U.S.A. 1970, III,171: Türk Ansiklopedisi, İstanbul 1967, V, 265).

Hz. İsa'nın tebliğini yaymaya çalıştığı üç yıllık süre içerisinde zamanının büyük bir kısmını onun yakın takipçisi olarak geçirmiştir. Hz. İsa'dan öğrendiklerini ve duyduklarını bir kitapta topladığı bilinmektedir. Bu kitaba, onun adına izafeten "Barnaba İncili" denilmekte, ancak, kitabını ne zaman yazdığı kesin olarak bilinememektedir.

Barnaba İncili M.S. 325'e kadar İskenderiyye kiliselerinde kabul edilmiştir. İsa'nın doğumundan sonraki birinci ve ikinci asırlarda, Tevhîd'i desteklemiş olan İraneus'un (M.S. 120-200) yazılarında elden ele dolaşmıştır. M.S. 325'te meşhur İznik Konsülü toplandı. Teslis akîdesi, Pavlus hristiyanlığının resmi doktrini olarak ilân edildi. Kilisenin resmi İncilleri olarak Matta, Markos, Luka ve Yuhanna İncilleri seçildi. Barnaba İncili de dahil geri kalan bütün İnciller'in okunması ve elde bulundurulması yasaklandı. Barnaba İncili hakkında sürdürülen bu yasaklama kararları, ileriki tarihlerde de devam etti. M.S. 366'da Papa Damasus'un (M.S. 304-384) da, İncil'in okunmaması için bir karar çıkarttığı söylenmektedir. Bu karar M.S. 395'te ölen Kaesaria Piskoposu Gelasus tarafından da desteklendi. Onun Apokrifal kitaplar listesinde Barnaba İncili de vardı. Apokrifa, basitçe "halktan gizlenmiş" demektir. Papa'nın, yasaklanmış kitaplar listesine Barnaba İncili'ni de almış olması, en azından, İncil'in varlığını göstermektedir. Ayrıca Papa'nın, M.S. 383'te Barnaba İncili'nin bir kopyasını ele geçirdiği ve kendi özel kütüphanesinde sakladığı da bir gerçektir (Muhammed Ataurrahim, Jesus Prophet of İslâm, England 1977, s. 39-41 ).

Barnaba İncili hakkında çıkartılan bütün bu yasaklama kararları ve İncil'in okunmaması için alınan tedbirler pek başarılı olamadı. İncil, günümüze kadar varlığını sürdürdü. Onun günümüze kadar gelmesini sağlayan Fra Marino adında bir keşiş olmuştur. Şöyle ki:

Barnaba İncili'nin İngilizce çevirisinin yapıldığı el yazması, Papa Sextus'ta (1589-1590) bulunuyordu. Sextus, İncil'den geniş çapta faydalanmış olan İraneus'un yazılarını okuduktan sonra İncil ile yakından ilgilenen Fra Marino ile arkadaş oldu. Bir gün Marino, Sextus'u ziyarete gitti. Birlikte öğle yemeği yediler. Yemekten sonra Papa uykuya daldı. Keşiş Marino, Papa'nın özel kütüphanesindeki kitapları gözden geçirmeye başladı ve Barnaba İncili'nin İtalyanca el yazmasını ele geçirdi. İncil'i elbisesinin yeni içerisine gizliyerek oradan ayrıldı ve Vatikan'a geldi. Bu yazma daha sonra, Amsterdam'da büyük bir ün ve otorite sahibi, hayatı boyunca bu esere büyük bir değer verdiği bilinen bir şahsa ulaşıncaya kadar elden ele dolaştı. Onun ölümünden sonra da Prusya Kralı temsilcisi J.E. Kramer'in eline geçti. 1713'de Kramer bu yazmayı, kitaplar uzmanı meşhur Savoy'lu Prens Eugen'e takdim etti. 1738'de, kütüphanesi ile birlikte bu yazma da Viyana'daki Hofbibliothek'e nakledildi ve halen oradadır. Erken kilise tarihçilerinden önemli bir zat olan Toland, bu yazmayı incelemiş ve ölümünden sonra 1747'de basılmış olan muhtelif çalışmalarında ona atıflarda bulunmuştur. İncil hakkında şöyle der: "Bu, tıpkı kutsal bir kitap görünümündedir." (Ataurrahim, a.g.e, s. 41-42).

Barnaba İncili'nin İtalyanca el yazması Canon ve Mrs. Ragg tarafından İngilizce'ye çevrildi ve 1907'de Oxford Üniversitesi matbaasında basıldı ve yayımlandı. İngilizce çevirinin hemen tamamı aniden ve gizemli bir şekilde piyasadan kayboldu. Bu çeviriden yalnız ikisinin varlığı bilinmektedir: Biri British Museum'da, diğeri de Washington Kongre Kütüphanesi'ndedir. Kongre Kütüphanesi'nden kitabın bir mikro-film kopyası ele geçirildi ve İngilizce çevirinin yeni bir baskısı Pakistan'da yapıldı. Bu baskının bir kopyası, gözden geçirilmiş yeni bir baskı amacıyla kullanıldı. (Ataurrahim, a.g.e., s. 42).

Barnaba İncili yirminci yüzyılın başında, Mısır'da, Dr. Halil Seâde tarafından Arapça'ya çevrilmiş ve esere bir de mukaddime yazılarak Muhammed Reşid Rıza tarafından da neşredilmiştir. (Ahmed Şelebi, Mukârenetü'l-Edyân, Mısır 1984, II, 215).

Son zamanlarda ülkemizde de İncil'in izlerine rastlandığı ve üzerinde bazı çalışmaların yapıldığı bilinmektedir: Bunlardan biri, Abdurrahman Aygün'ün "İncil-i Barnaba ve Hz. Peygamber Efendimiz Hakkındaki Tebşîrâtı" isimli basılmamış eseridir. Eser 1942'de yazılmıştır. (bk. Osman Cilacı, "Barnaba İncili Üzerine Bir Türkçe Yazma ", Diyanet Dergisi, Ekim-Kasım-Aralık,1983, cilt:19, sayı: 4, s. 25-35) Yine 1984'te Hakkari civarında bir mağarada, Ârâmî dilinde ve Süryânî alfabesi ile yazılmış bir kitap bulunduğu ve bunun Barnaba İncili olduğu, yurt dışına kaçırılmak istenirken yakalandığı da bilinmektedir. (bk. İlim ve Sanat, Mart-Nisan 1986, sayı: 6, s. 91-94). Ayrıca, "Barnaba İncili" adıyla Mehmet Yıldız tarafından İngilizce'den dilimize çevrilen bir eser de 1988 yılı içerisinde Kültür Basın Yayın Birliği tarafından neşredilmiştir.

Barnaba İncili'nin diğer dört İncil' den ayrıldığı en önemli noktalar şunlardır: 1- Barnaba İncili, Hz. İsa'nın ilâh veya Allah'ın oğlu olduğunu kabul etmez. 2-Hz. İbrahim'in kurban olarak takdim ettiği oğlu Tevrat'ta belirtildiği ve hristiyan inançlarında anlatıldığı gibi İshak değil, İsmâil (a.s.)'dır. 3-Beklenen Mesih Hz. İsa değil Hz. Muhammed'dir. 4-Hz. İsa çarmıha gerilmemiş, Yahuda İskariyoth adında biri ona benzetilmiştir. (Muhammed Ebu Zehre, Hristiyanlık Üzerine Konferanslar, Trc. Âkif Nuri, İstanbul 1978, s. 105-107).

Ahmet GÜÇ

Şamil İ.A.
_________________

Cumartesi, Eylül 08, 2007

Allah (c.c)’ın İndirdiğiyle Hükmetmeyen Küfür İşler mi?:

Maide suresindeki,44,45, ve 47.ci ayetler.

Bu ayetlerdeki hükmünün amm (genel) olduğunu bildirdikten sonra,

“Kim Allah’ın indirdikleriyle hükmetmezse işte onlar kafirlerin ta kendileridir.” (Maide: 44) ayetindeki “küfrün” İslam milletinden çıkartan bir küfür mü, yoksa İslam milletinden çıkartmayan bir küfür mü olduğu meselesini açıklamak gerekir.

Her kim Allah (c.c)’ın hükmünü yahudilerin yaptığı gibi değiştirirse, o kimse büyük küfür işlemiş ve kafir olmuştur. Bu konuda alimler arasında herhangi bir ihtilaf yoktur. Fakat sapık bir fırka olan Havariç, bu ayetleri yanlış anlamış ve Allah (c.c)’ın hükmüne muhalefet ederek veya büyük günah işleyerek ölen kimselere kafir hükmünü vermişlerdir. Sahabeler ise bu sapık taifeye reddiye ol-mak üzere; onların ayetleri yanlış anladıklarını, bu ayetlerde kastedilen kimselerin Allah (c.c)’ın hükmünü yahudilerin yaptığı gibi değiştiren kimseler olduğunu ve İslam milletinden çıkartan büyük küfür işlediklerini; Allah (c.c)’ın hükmünü değiştirmeksizin, sırf nefsine uyduğu için belli bir meselede, Allah (c.c)’ın o mesele hakkında indirdiği hükmü uygulamayıp meseleyi değiştirerek değiştirdiği meseleye Allah (c.c)’ın indirdiği hükmü uygulayan kimsenin ise, bu yaptığını helal görmemesi şartıyla büyük küfür değil, İslam’dan çıkartmayan küçük küfür işlediğini söylemişlerdir.

Zamanımızda ise tagutların şeyhleri ve belamlar, sahabelerin Havaric’e yapmış oldukları bu reddiyeyi kendilerine delil almakta ve böylece Allah (c.c)’ın şeriatini bir kenara atarak onun yerine beşeri kanunları uygulayan tagutların büyük küfür işlemediklerini, İslam’dan çıkartmayan küçük küfür işlediklerini söylemektedirler. Bu mesele ileride daha geniş olarak açıklanacak. Fakat öncelikle Allah (c.c)’ın indirdiğiyle hükmetmeyenlerin ne zaman büyük küfür işledikleri konusunu örneklerle açıklayalım.

1 - Allah (c.c)’ın indirdiğini reddederek Allah (c.c)’ın indirdiği dışında kanunlarla hükmetmeyi caiz gören hakim. Bu hakim Allah (c.c)’ın ayetlerini inkar etmiş olduğu için kafirdir.

İbni Kudame şöyle dedi:

“Allah (c.c)’ın kesin olarak haram kıldığı icmayla sabit olan bir şeyi veya müslümanlar arasında haramlığı yaygınlaşan ve haramlığı konusunda hiçbir şüphe olmayan domuz eti, zina ve bunlar gibi haramların helal olduğuna her kim inanırsa işte o kimse kafir olur.” (El Mugni c: 12, s: 276 Darul Hicre baskısı)

İbni Teymiye şöyle dedi:

“Kim beş vakit namazın, zekatın, ramazan orucunun ve beyti haccetmenin farz olduğuna inanmaz, Allah (c.c) ve rasulünün haram kıldığı fuhuş, zulüm, şirk, iftira gibi amelleri haram kılmazsa kafir ve mürted olur. Böyle bir kimse tevbeye çağırılır. Şayet tevbe etmezse bütün müslüman alimlere göre öldürülür ve iki şehadeti söylüyor olması ona bir fayda sağlamaz.” (Fetvalar)

2 - Allah (c.c) ve rasulünün hükmünü uygulamanın gerekli olmadığına inanan hakim. Bu hakim, Allah (c.c) ve rasulünün hükmünü gereksiz gördüğü için küfre girmiştir.

Allah (c.c) şöyle buyuruyor:

“Herhangi bir şey hakkında ihtilafa düşerseniz onu Allah’a ve Rasulune havale edin! Eğer Allah’a ve ahiret gününe iman etmişseniz... İşte bu daha hayırlı ve sonuç itibarı ile de daha güzeldir.” (Nisa: 59)

Allah (c.c) bu ayette, teşri hakkını sadece Allah (c.c)’a vermek gerektiğini, iman şartına bağlamıştır. Bu sebeble her kim Allah ve rasulünün hükmünü uygulamanın gerekli olmadığını söylerse işte o, her ne kadar müslüman olduğunu söylese de iman etmiş değildir.

3 - Allah (c.c)’ın hükmünü reddetmediği halde Allah (c.c)’ın hükmünden başka hükümlerin de uygulayabileceğine inanan hakim. Bu hakim, her ne kadar Allah (c.c)’ın hükmünü inkar etmese de Allah (c.c)’tan başkasının hükmünün uygulanabileceğini söylemekle Allah (c.c)’ın hükmünün yetersiz olduğunu söylemiş, onu küçümsemiş ve dolayısıyla küfre girmiştir.

Allah (c.c) şöyle buyuruyor:

“Andolsun biz, açıklayıcı ayetler indirdik. Allah, dilediğini doğru yola yöneltip iletir. Onlar derler ki: “Allah’a ve rasulüne iman ettik ve itaat ettik.” Sonra bunun ardından onlardan bir grup sırt çevirir. Bunlar iman etmiş değildirler. Aralarında hükmetmesi için Allah’a ve Rasulüne çağrıldıkları zaman, onlardan bir grup yüz çevirir. Eğer hak lehlerinde ise, ona boyun eğerek gelirler. Bunların kalplerinde hastalık mı var? Yoksa kuşkuya mı kapıldılar? Yoksa Allah’ın ve elçisinin kendilerine haksızlık yapacağından mı korkuyorlar? Hayır, onlar zalim kimselerdir. Aralarında hükmetmesi için, Allaha ve elçisine çağrıldıkları zaman mümin olanların sözü: “İşittik ve itaat ettik” demektir. İşte felaha kavuşanlar bunlardır! Kim Allah’a ve Rasulüne itaat ederse ve Allah’tan korkup O’ndan sakınırsa... İşte kurtuluşa ve mutluluğa erenler bunlardır!” (Nur: 46-52)

Bu ayete göre her kim, Allah (c.c)’a ve rasulüne iman ettiğini ve hatta itaat ettiğini söyler, buna rağmen Allah (c.c) ve rasulünün hükmünden yüz çevirir ve uygulamazsa işte bu kimse, Allah (c.c) ve rasulünün hükmünü inkar etmese bile, ameliyle beğenmediği için küfre girmiştir.

4 - Allah (c.c)’ın hükmünün bu zamanda uygulanamayacağını söyleyen hakim. Bu hakim de Allah (c.c)’ın hükümlerinin her zaman ve mekana hitap edemeyecek kadar basit, yetersiz ve eksik olduğunu söyleyerek küfre girmiştir.

Allah (c.c) şöyle buyuruyor:

“İhtilaf ettiğiniz her konuda hüküm verecek olan Allah’tır.” (Şura: 10)

“Rasul size ne verdiyse onu alın, size neyi yasak ettiyse ondan da sakın! Allah’tan korkun! Şüphesiz ki Allah’ın azabı şiddetlidir.” (Haşr: 7)

“O, hükmüne hiç kimseyi ortak etmez.” (Kehf: 26)

Allah (c.c) bu ayetlerde hükümlerine tabi olunmasını belli bir zamana has kılmamış, her zamanda sadece kendisinin ve rasulünün hükmüne uyulması gerektiğini söylemiş ve hükmünde hiçbir zaman ortak kabul etmediğini haber vermiştir. Bu sebeble her kim Allah ve rasulünün hükümlerini belli bir zamanla sınırlandırır ve başka zamanlar için uygun olmadığını söylerse Allah (c.c)’ın ayetlerini inkar etmiş ve kafir olmuştur.

5 - Allah (c.c)’ın hükmü uygulandığında müslümanların gerileyeceğini söyleyen hakim. Bu da bir önceki hakim gibi küfürdedir.

Allah (c.c) şöyle buyuruyor:

“Allah, Kitabı ve mizanı hak ile indirdi. Ne bilirsin; belki kıyamet saati pek yakındır.” (Şura: 17)

“Sonra seni de emir konusunda bir şeriat üzere kıldık. Sen ona uy ve bilmeyenlerin heva (istek ve tutku)larına uyma! Çünkü onlar, Allah’tan (gelecek) hiçbir şeyi senden savamazlar. Şüphesiz zalimler, birbirlerinin velisidirler. Allah ise, muttakilerin velisidir.” (Casiye: 18-19)

“Ey iman edenler! Allah’ın rasulünün huzurunda öne geçmeyin ve Allah’tan sakının! Şüphesiz Allah, işitendir, bilendir.” (Hucurat: 1)

Bu ayetlere göre Allah (c.c), İslam’ı uyulması gereken bir din ve onun hükümlerini de uyulması gereken bir şeriat kılmış, hiçbir şeriat ve dinin bundan öne geçirilmemesini emretmiştir. Zira Allah (c.c)’ın dini ve şeriati müslümanların refahı, mutluluğu ve gelişmesi için uyulması gereken tek din ve şeriattır. Asıl bundan başka din ve şeriatlere uyulduğunda insanların mutluluğu, refahı ve gelişmesi bozulur. Bu sebeble her kim, Allah (c.c)’ın din ve şeriati uygulandığında müslümanların gerileyeceğini söylerse işte o kimse, Allah (c.c)’ın ayetlerini inkar etmiş ve kafir olmuştur.

6 - Dinin, Allah (c.c) ile kul arasında olduğunu, siyasete karışmadığını, sadece camilerde kalması gerektiğini, siyasi, iktisadi ve kulların birbirleri arasındaki diğer dünyevi ilişkilerde uygulanacak kanunların dini kanunlar olmaması gerektiğini söyleyen hakim. Bu hakim, Allah’ın hükümlerini beğenmediği için küfre girmiştir.

Allah (c.c) şöyle buyuruyor:

“İşte böylece, biz onu (Kur’an’ı) Arapça bir hüküm olarak indirdik.” (Ra’d: 37)

“Hüküm, yalnız Allah’a aittir. Ona tevekkül ettim. Tevekkül edenler yalnız O’na tevekkül etsin.” (Yusuf: 67)

“Haberiniz olsun; hüküm yalnız O’nundur. Ve O, hesap görenlerin en süratli olanıdır.” (En’am: 62)

“Hayır, emrin tümü Allah’ındır.” (Ra’d: 31)

“Rasulü, kendi aranızda birbirinizi çağırdığınız gibi çağırmayın! Allah, sizden bir diğerinizi siper ederek kaçanları gerçekten bilir. Böylece onun emrine aykırı davrananlar, kendilerine bir fitnenin isabet etmesinden veya acı bir azabın gelmesinden sakınsınlar.” (Nur: 63)

“Allah onların göğüslerinin sakladıklarını ve açığa vurduklarını bilir. O, Allah’tır. Kendisinden başka ibadete layık ilah yoktur. İlkte de, sonda da hamd O’nundur. Hüküm O’nundur ve O’na döndürüleceksiniz.” (Kasas: 69-70)

Allah (c.c) bu ayetlerde hükmün sadece kendisine ait olduğunu, belli bir mekan, ve olaylara has kılınmadığını bildirmektedir. Allah (c.c)’ın hükmü her mekan ve olaylar için geçerlidir. Bu sebeble her kim Allah (c.c)’ın hükümlerini belli bir mekan ve olaylarla sınırlandırırsa Allah (c.c)’ın ayetlerini inkar etmiş ve kafir olmuştur.

7 - İslam dininin hırsıza verdiği el kesme cezasının, zinakar evliye verdiği recm (taşlanarak öldürülme) cezasının ve bunlar gibi daha başka suçlara koyduğu cezaların zamanımıza uygun olmadığını söyleyen hakim. Bu hakim, Allah (c.c)’ın böyle suçlar için bildiği hükümlerin zulüm hükümler olduğunu, kendisinin bildirdiği hükmün ise adil olduğunu, dolayısıyla kendisinin Allah (c.c)’tan daha şefkatli ve merhametli olduğunu söylemiş ve böylece küfre girmiştir.

Allah (c.c) şöyle buyuruyor:

“Allah ve rasulü bir konuda hüküm verdiğinde inanmış erkek ve kadınların artık işlerinde başka yolu seçme hakları yoktur. Her kim Allah’a ve rasulüne başkaldırırsa apaçık bir şekilde sapmış olur.” (Ahzab: 36)

“Hayır! Rabbine andolsun ki, aralarında ihtilaf ettikleri şeylerde seni hakem tayin edip sonra haklarında verdiğin hükümden dolayı kalplerinde bir sıkıntı duymadan tamamen kabul etmedikçe iman etmiş olmazlar.” (Nisa: 65)

“Rabbin dilediğini yaratır ve seçer. Onların ise seçme hakları yoktur. Allah, onların ortak koştukları şeylerden münezzeh ve yücedir.” (Kasas: 68)

Allah (c.c), kulları arasında olabilecek olaylar hakkında hükümlerini bildirmiştir. Rasulullah (s.a.s) da bu hükümleri açıklamıştır. Allah (c.c) ve rasulü bir konuda hüküm bildirdikten sonra artık hiç kimsenin başka bir hükmü seçme hakkı yoktur. Bu sebeble her kim Allah (c.c) ve rasulü bir konuda hüküm bildirdikten sonra başka hükümleri seçer ve Allah (c.c) ve rasulünün hükümlerinin adil olmadığını söylerse, Allah (c.c)’ın kulları için seçip beğendiğini beğenmemiş ve dolayısıyla kafir olmuş olur.

8 - Teşri (kanun koyma) hakkının kendisinde olduğunu iddia ederek bu hakkı kendinde gören ve böylece insanlar için Allah (c.c)’tan başka kanunlar koyan hakim. Bu hakim, Allah (c.c) dışında kanun koymaya kalkıştığı için Allah (c.c)’ın hak, yetki ve sıfatını kendisinde görerek Allah (c.c)’ın hakkına tecavüz etmiş ve kendisini ilah ilan etmiştir. İşte böyle yaptığı için hem tagut hem de kafir olmuştur.

Kuran’da, hüküm verme hakkının sadece Allah (c.c)’a ait olduğunu bildiren bir çok ayet vardır. Bunlardan bazıları şunlardır:

a) - Allah (c.c) şöyle buyuruyor:

“Hüküm vermek Allah’a aittir. Kendisinden başkasına değil yalnız O’na ibadet etmenizi emretti. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Yusuf: 40)

“Kim tagutu inkar edip Allah’a iman ederse kopmak bilmeyen sapasağlam bir kulpa tutunmuş olur. Şüphesiz ki Allah Semi’dir, Alim’dir.” (Bakara: 256)

“Onlar, hahamlarını, rahiblerini ve Meryem oğlu Mesih’i Allah’tan başka rabler edindiler. Oysa tek olan Allah’a ibadet etmekle emrolunmuşlardı. O’ndan başka ibadete layık ilah yoktur. O, onların ortak koştuklarından münezzehtir.” (Tevbe: 31)

Allah (c.c) bu ayetlerde hüküm verme hakkını, ibadet tevhidine bağlamıştır. Buna göre Allah (c.c)’ın hükmünü kabul etmek ve sadece O’nun hükmüne teslim olmak O’na hüküm konusunda ibadet etmektir. Tıpkı namaz kılmak, oruç tutmak, zekat vermek ve bunlara benzer ibadetleri yapmak gibi....

b) - Allah (c.c) şöyle buyuruyor:

“Yaratma da emir de O’nun hakkıdır. Alemlerin rabbi olan Allah yücedir.” (A’raf: 54)

“Rabbin dilediğini yaratır ve seçer. Onların ise seçme hakları yoktur. Allah, onların ortak koştukları şeylerden münezzeh ve yücedir.” (Kasas: 68)

Allah (c.c) bu ayetlerde hüküm verme hakkını Rububiyyet tevhidine bağlamıştır. Buna göre Allah (c.c)’ın hükmünü kabul etmek ve sadece O’nun hükmüne teslim olmak O’nun rabliğini kabul etmek demektir. Tıpkı yaratıcı, rızık verici, öldüren, dirilten olduğunu kabul edip bu konularda O’na teslim olmak gibi...

c) - Allah (c.c) şöyle buyuruyor:

“Size kitabı tafsilatlı olarak indirmişken, Allah’tan başka bir hakem mi kabul edeyim?” (En’am: 114)

“Bu, Allah’ın hükmüdür, sizin aranızda hükmeder. Allah Alim’dir, Hakim’dir.” (Mümtahine: 10)

“Allah, aramızda hüküm verenlerin en hayırlısıdır.” (A’raf: 87)

“Sana vahyolunana uy ve Allah hükmünü verinceye kadar sabret! O, hükmedenlerin en hayırlısıdır.” (Yunus: 109)

“O, hüküm verenlerin en hayırlısıdır” (Yusuf: 80)

“Sen, hakimlerin hakimisin.” (Hud: 45)

“Allah hükmeder; O’nun hükmünü iptal edecek yoktur. Ve O, hesabı çabuk görendir.” (Ra’d: 41)

“Hüküm yalnız Allah’ındır. O, doğru haberi verir ve O, (hak ile batılı) ayırd edenlerin en hayırlısıdır.” (En’am: 57)

Allah (c.c)’ın kendisine has isim ve sıfatları vardır. Buna göre, Allah (c.c)’ın hükmünü kabul etmek ve sadece O'nun hükümlerine teslim olmak, O’nun isim ve sıfatlarını kabul etmek demektir. Alim, Hakim, Hakem, Hakimlerin en hayırlısı, Hakimlerin hakimi, hükmü çabuk gören, ayırt edenlerin en hayırlısı olduğunu kabul etmek gibi...

9 - Allah (c.c)’ın şeriatini bir kenara atarak beşeri kanunlarla hükmeden hakim. Bu hakim, bütün alimlere göre İslam milletinden çıkartan büyük küfür işlemiştir. Zira hüküm koyma ve teşri hakkı sadece Allah (c.c)’a ait olan bir özelliktir. Bu özelliği her kim kendinde görürse kendisini ilah ilan etmiş, her ne kadar “ben ilahım” demese bile, küfre girmiştir.

Allah (c.c)’ın hükümlerini bir kenara atarak beşeri kanunları uygulayan hakimin küfre girmesinin üç sebebi vardır ve bu sebeblerin her birisi bu hakimin küfre girmesi için yeterlidir. Bu sebebler şunlardır:

Birincisi: Beşeri kanunlarla hüküm veren bir hakim, Allah (c.c)’ın hükümlerini terketmiştir. Allah (c.c)’ın hükümlerini terkeden ve uygulamayan kimse ise kafir olur.

“Kim Allah’ın indirdikleriyle hükmetmezse işte onlar kafirlerin ta kendileridir.” (Maide: 44) ayetinin nüzul sebebinden, Allah (c.c)’ın hükmünü terkeden ve uygulamayan kimsenin kafir olduğu anlaşılmaktadır. Tıpkı yahudilerin yaptığı gibi... Bu ayete göre; her kim Allah (c.c)’ın hükmüyle hükmetmezse, velev ki başka hükümlerle de hükmetmesin, kafir olur.

İkincisi: Allah (c.c)’ın şeriatine muhalif bir hüküm icat etmiştir. Buna göre her kim Allah (c.c)’ın hükümlerine muhalif hükümler icad eder, onları insanlara uygular ve insanları onlara uymaya zorlarsa, kafir olur.

“Yoksa onların Allah’ın izin vermediği şeyi kendilerine dinden bir şeriat koyan ortakları mı vardır?” (Şura: 21)

Bu ayete göre; her kim Allah (c.c)’ın izin vermediği bir konuda insanlar için teşri (kanun) koyarsa, işte o kimse kendisini rububiyyette Allah (c.c)’a ortak koşmuş olur. Her kim de bu kimseye teşri (kanun koyma) hakkını verir ve itaat ederse, o kimseyi Allah (c.c)’a eş koşmuş ve Allah (c.c)’tan başka rab edinmiş olur.

İbni Kesir bu ayetin tefsirinde şöyle dedi:

“Bu kimseler Allah (c.c)’ın şeriatine değil, cin ve insan şeytanların şeriatine uyuyorlar. Böylece bu insan ve cin şeytanlarının onlara haram kıldığı bahira, saibe, vasile ve ham’ın haram ve onlara helal kıldıkları ölü eti, kan, kumar ve bunlar gibi cahiliyede uydurdukları batıl sapıklıkların ise helal olduğu konusunda onlara itaat ederler. Senin dininin hükümlerine ise asla tabi olmazlar.” (İbni Kesir tefsiri c: 4 s: 111)

İbni Teymiye bu ayet hakkında şöyle dedi:

“Bu ayete göre her kim delili olmaksızın kendisini Allah’a yaklaştırması için bir amel uydurur veya Allah’ın şeriatine bakmaksızın bir ameli eli veya diliyle farz kılarsa, işte o kimse Allah’ın izin vermediği bir şeriat uydurmuş olur. Her kim de bu konuda ona tabi olursa onu Allah’a eş koşmuş olur.” (İktidau Sırati Mustakim s: 267 Medeni baskısı...)

Allah (c.c) şöyle buyuruyor:

“O, hükmüne hiç kimseyi ortak etmez.” (Kehf: 26)

Bu ayete göre her kim Allah (c.c)’ın izni dışında insanlara bir kanun koyarsa işte o kimse, kendisini Allah (c.c)’a eş koşmuş olur.

Allah (c.c) şöyle buyuruyor:

(Haram aylarının) yerlerini değiştirmek ancak inkarda bir artıştır. Bununla kafirler şaşırtılıp, saptırılır. Allah’ın haram kıldığına sayı bakımından uymak için, onu bir yıl helal, bir yıl haram kılıyorlar. Böylelikle Allah’ın haram kıldığını helal kılmış oluyorlar. Yaptıklarının kötülüğü kendilerine “çekici ve süslü” gösterilmiştir. Allah, inkarcı bir topluluğa hidayet vermez.” (Tevbe: 37)

Haram ayların yerlerini değiştirmek, Allah (c.c)’ın izin vermediği yeni bir teşri koymaktır. Allah (c.c) bu yeni teşriye küfür ismini vermiştir. Bu ayete göre Allah (c.c)’ın şeriatine muhalif teşri yapan bir kimse kafir olur.

İbni Hazm Tevbe: 37 ayetini zikrettikten sonra şöyle dedi:

“Kur’an’ın indiği arapça dilinin gereği olarak, bir şeyin fazlası, o şeyin cinsinden olması gerekir. Bu (yani; ayetteki: “(Haram aylarının) yerlerini değiştirmek ancak inkarda bir artıştır” lafzı) ise haram ayların yerlerini değiştirmenin küfür olduğunu göstermektedir. Haram ayların yerlerini değiştirmek bir ameldir ve bu amel Allah (c.c)’ın haram kıldığını helal kılmaktır. Bu sebeble her kim Allah (c.c)’ın haram kıldığını bildiği bir meseleyi helal kılarsa, yaptığı bu fiille kafir olur.” (El-Fasl İbni Hazm c. 3 s: 245)

İbni Hazm’ın sözünden; büyük küfre girmenin sadece inançla değil, amelle de olabileceği anlaşılmaktadır. İşte bu sebeble, bir şeyi Allah (c.c)’ın haram kıldığını bildiği halde helal kılan kişi kafir olur. Bu kimsenin, o fiilin haram olduğuna inanması, onun küfrüne engel değildir.

İmam Şatıbi’nin bu konuyla ilgili çok sözü vardır. Onlardan bazısı:

İmam Şatibi bidat ehli hakkında konuştuktan ve:

“Ey iman edenler! Allah’ın sizin için helal kıldığı güzel şeyleri haram kılmayın ve haddi aşmayın! Şüphesiz Allah, haddi aşanları sevmez.” (Maide: 87) ayetini zikrettikten sonra bu ayetin nüzul sebebini de zikretti ve sonra bazı sahabelerin; evlenmeyi ve et yemeyi terketmekle ilgili düşüncelerini zikretti. Sonra da şöyle dedi:

“Bu mevzuyla ilgili şu meseleler vardır:

1) - Helali haram kılmak bir kaç şekilde olabilir.

a) - Gerçek Manada Haram Kılmak: Bu haram kılma ameli kafirlerde olur. bahira, saibe, vasile, ham’ı haram kılmaları gibi.. Bunlar dışında, kendi görüşlerine uyarak haram kıldıkları meseleler de buna girer.

Allah (c.c)’ın şu sözü de bu konu ile alakalıdır:

“Diliniz yalana alıştığı için: “Bu haram, bu helal demeyin. Zira Allah’a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Şüphesiz Allah’a karşı yalan uyduranlar kurtuluşa ermezler.” (Nahl: 116)

İslam’a bağlı olan kişilerin kendi görüşleriyle yaptıkları bunlara benzer haram kılma fiilleri de bu bölüme girer....” (Şatıbi sonra diğer meseleleri zikretti.) (El’itisam c. 1 s: 328)

İmam Şatibi bu sözleriyle, cahiliye ehlinin kendi arzularına göre helal olan bazı şeyleri haram kılması ile insanın zühd için bazı şeyleri terketmesinin arasını ayırmak iste-miştir. Yani; kafirlerin, Allah (c.c)’ın helal kıldığı şeyleri kendi görüşleriyle haram kılmaları veya İslam’a nispet edilen bazı kimselerin sırf kendi görüşlerine dayanarak Allah (c.c)’ın kesin helal kıldığı meseleleri haram kılmalarıyla, dünyevi bazı amelleri zühd (takva) sebebiyle terketmenin arasını ayırmıştır. Bu amellerden birincisi apaçık bir küfürdür, ikincisi ise küfür değildir.

Zamanımızda İslam şeriatinin yerini alan beşeri kanunların birinci bölüme girdiğinde hiçbir akıl sahibi şüphe etmez.

İmam Şatıbi bir başka yerde şöyle dedi:

“Bidatlere bakıldığında, mertebelerinin değişik olduğu görülür. Bidatlerin bazıları apaçık küfürdür.

“Allah’ın yarattığı ekinlerden ve hayvanlardan Allah’a pay ayırıp zanlarınca: “Bu Allah’a, bu da ortak koştuklarımıza (putlarımıza) dediler. Ortak koştukları için ayrılan Allah’a geçmiyor, fakat Allah için ayrılan ortak koştuklarına geçiyor! Ne kötü hüküm veriyorlar!” (En’am: 136)

“Bir de dediler ki: “Bu hayvanların karınlarında olan, yalnızca erkeklerimize aittir, eşlerimize ise haramdır. Eğer o, ölü doğarsa onlar da buna ortaktırlar.” Allah, (bu) uydurduklarının cezasını verecektir. Şüphesiz O, hüküm sahibi olandır, bilendir.” (En’am: 139)

“Allah bahira, saibe, vasile, ham diye birşey kılmamıştır. Fakat kafirler yalan yere Allah’a iftira etmektedirler ve onların çoğunun da kafaları çalışmaz.” (Maide: 103)

Allah (c.c)’ın: bu ayetlerde zikrettiği cahili bidatler, açık birer küfürdür. Yine münafıkların kendi nefis ve mallarını korumak amacıyla uydurdukları küfürler de böyledir. Bunlara benzer her amel, apaçık küfür olan amellerdir ve bunların açık bir küfür olduğunda asla şüphe edilmez.” (El-İtisam c: 2 s: 37)

İmam Şatıbi’nin “bunlara benzer” sözüne, şüphesiz zamanımızda uygulanan beşeri kanunlar da girer. Çünkü bu kanunlar, cahiliyide uydurulan kanunlar gibi Allah (c.c)’ın izni olmaksızın uydurulan yeni birer kanundur.

Allah (c.c) şöyle buyuruyor:

“Onlar, hahamlarını, rahiblerini ve Meryem oğlu Mesih’i Allah’tan başka rabler edindiler. Oysa tek olan Allah’a ibadet etmekle emrolunmuşlardı. O’ndan başka ibadete layık ilah yoktur. O, onların ortak koştuklarından münezzehtir.” (Tevbe: 31)

Adiyy b. Hatem (r.a) boynunda gümüşten bir hac takılı olduğu halde Rasulullah (s.a.s)’ın yanına girdi. Rasulullah (s.a.s) o esnada Tevbe: 31 ayetini okuyordu. Adiyy (r.a) bu ayeti duyunca Rasulullah (s.a.s)’a şöyle dedi:

“Onlar haham ve papazlarına tapmıyorlardı.” Rasulullah (s.a.s) ona şöyle dedi:

“Bu doğru değil, onlar onlara tapıyorlardı. Zira onlar haramı helal, helali haram yaptıklarında onlara tabi oldular. İşte onlara ibadet etmek böyledir!” (Ahmed Müsnedinde, İbni Cerir, İbni Teymiye hasen dedi.)

Rasulullah (s.a.s) bu hadiste ibadeti, teşride (helal ve haram yapma konusunda) itaat ve tabi olmak olarak açıklamıştır.

İbni Kesir şöyle dedi:

“Suddi bu ayet hakkında şöyle dedi: “Allah (c.c)’ın kitabını arkalarına atarak adamların görüşlerini aldılar. Onun için Allah (c.c) şöyle buyurdu:

“Oysa Allah, onları bir ilaha tapmaya davet etmiştir.” Yani; sadece “Allah (c.c)’ın haram kıldığı haram, helal kıldığı helaldir” hükmüne tabi olunur ve bu konudaki hükmü uygulanır. Ondan başka ibadete layık ilah yoktur. O ortak koştuklarından münezzehtir.” (İbni Kesir Tefsiri)

Allah (c.c) şöyle buyuruyor:

“Ey Kitab ehli! Yalnız Allah'a kulluk etmemiz, O'na hiçbir şeyi ortak koşmamamız, Allahı bırakıp birbirimizi rab olarak benimsememek üzere sizinle bizim aramızdaki müşterek bir söze gelin! Eğer yüz çevirirlerse “bizim müslüman olduğumuza şahit olun”, deyin!” (Ali İmran: 64)

Kurtubi, Ali İmran: 64 ayetinin tefsirinde şöyle dedi:

Allah’tan başka birbirimizi rabler edinmemek üzere... Bu ayet; “Allah (c.c)’ın haram kıldığını helal, helal kıldığını haram yapma konusunda birbirimize tabi olmayalım” demektir. Bu ayetin manası,

Onlar, hahamlarını, rahiblerini ve Meryem oğlu Mesih’i Allah’tan başka rabler edindiler...” ayetinin manası gibidir. Bu ayet ise; Allah (c.c)’ın haram kıldığını helal, helal kıldığını haram yapan kimselere tabi olanlar, o kimseleri Rab seviyesine çıkardılar” manasındadır.” (Kurtubi Tefsiri)

Bu ayetlerin hepsine göre; her kim Allah (c.c)’ın izin vermediği bir meselede insanlar için bir hüküm verirse, kendisini Allah (c.c)’a eş koşmuş ve Allah (c.c)’tan başka rab ilan etmiş demektir. Her kim de bu kimseye itaat eder ve ona tabi olursa, onu Allah (c.c)’a şirk koşmuş ve itaat ettiği kişiyi rab edinmiş olur.

Üçüncüsü: Allah (c.c)’ın şeriatine muhalif bir şeriatle (bir kanunla) hükmetmiştir. Buna göre her kim, Allah (c.c)’ın hükmünü bir kenara bırakır ve başka kanunlarla hükmederse, kafir olur.

Allah (c.c) şöyle buyuruyor:

“Üzerine Allah’ın ismi zikredilmeyenleri (hayvanları) yemeyin! Çünkü o bir fısktır. Muhakkak ki şeytanlar dostlarına sizinle mücadele etmeleri için vahyeder. Eğer onlara itaat ederseniz muhakkak müşrik olursunuz.” (En’am: 121)

“Sana ve senden öncekilere indirilenlere iman ettiklerini iddia edenleri görmüyor musun? Reddetmeleri emir olunmuşken taguta muhakeme olmak istiyorlar. Şeytan onları derin bir sapıklığa düşürmek istiyor.” (Nisa: 60)

İslam geldiği zamandaki müşrikler, hayatlarını Allah (c.c)’ın şeriatine göre değil, cahili adetlere ve tagutlarının hükümlerine göre düzenliyorlardı. Kitab ehli olan yahudi ve hristiyanlar ise din adamlarının ve hakimlerinin heva ve heveslerinden uydurduklarına uyar ve bu kimselerin belirlediği hükümleri hayatlarında uygularlardı. Zaten Maide: 44 ayeti de yahudiler hakkında inmiştir. Zira bu Kur’an ayetleri, müslümanlar da kitab ehli ve müşrikler gibi yapmasınlar diye onları uyarmak için iniyordu. Bu sebeble müslümanlardan hiçbir kimse ne Mekke’de ne de Medine’de, İslam şeriatinden başka bir şeriate asla muhakeme olmamıştır. İslam şeriati dışındaki kanunlara muhakeme olanlar, ancak münafık olan kimselerdir. Çünkü taguta muhakeme olma isteği münafıkların en önemli özelliğidir. İşte bu sebeble münafıkları ortaya çıkarmak için bu ayetler inmiştir.

Müslamanlar şunu çok iyi bilmekteydiler: Müslüman olabilmek ve tevhidi sağlayabilmek için sadece Allah (c.c)’ın kanunlarına bağlanmak ve sadece O’nun kanunlarına muhakeme olmak gerekir. İşte bu sebebledir ki eski alimler, la ilahe illallah’ı açıklarken bu meseleye de değiniyorlardı. Bütün İslam taifeleri, sapık olanları dahil, hüküm verenin ve hükmüne muhakeme olunması gerekenin sadece Allah (c.c) olduğu konusunda ittifak etmişlerdir.

Aynı şekilde İslam şeriatini bir kenara atarak onun yerine beşeri kanunları uygulayan kişinin büyük küfür işleyerek islam milletinden çıktığı konusunda alimler icma etmişlerdir. Alimlerin bu konuda icma ettiklerini İbni Teymiye, İbni Kayyım ve İbni Kesir söylemiştir.

İbni Teymiye şöyle dedi:

“Bir kimse, haram olduğu icma ile sabit olan bir şeyi helal yaparsa veya helal olduğunda icma olan bir şeyi haram yaparsa veya icmayla sabit olan Allah (c.c)’ın şeriatini değiştirirse bu kişi alimlerin ittifakıyla kafirdir.” (Fetvalar c: 3 s: 267)

İbni Teymiye bir başka yerde şöyle demiştir:

“Allah (c.c)’ın rasulleriyle gönderdiği emir ve yasakları iptal eden kişi, müslümanların, yahudilerin ve hristiyanların ittifakıyla kafirdir.” (Fetvalar c: 8 s: 106)

İbni Kayyım şöyle diyor:

“İslam dininin önceki bütün dinleri neshettiği Kur’an ve alimlerin icmasıyla sabittir. Buna göre her kim Kur’an’a bağlanmayıp Tevrat ve İncil’e bağlanırsa, kafir olur. Zira Allah (c.c), sadece İslam şeriatine uyulmasını farz kılmıştır. Bu nedenle sadece İslam şeriatinin haram kıldığı haram, farz kıldığı farzdır.” (Ahkamu Ehlizzimme c: 1 s: 259)

İbni Kesir (r.a):

“Cahiliyenin hükmünü mü istiyorlar?” (Maide: 50) ayetinin tefsirinde şöyle dedi:

“Allah (c.c), her hayrı kapsayıcı ve her şerri yasaklayıcı olan hükümlerinden yüz çevirip bunun yerine cahiliyede olduğu gibi kişilerin görüşlerine, dalalet ve sapıklığı ifade eden değer yargılarına ya da çeşitli dinlerin karışımı ve beşeri görüşlerden meydana gelen Cengiz Han’ın vazettiği Yesak gibi İslam dışı hükümlere yönelenin imanını kabul etmiyor.

Yesak; Cengiz Han’ın Kuran, Tevrat, İncil ve kendi görüşlerine dayanarak ortaya koymuş olduğu kanunları ihtiva eden bir kitaptır. Cengiz Han öldükten sonra yerine geçen çocukları (İslam’a girdikleri halde) bu kitabı bir anayasa kitabı olarak gördüler. Allah (c.c)’ın kitabı ve Rasulullah’ın sünnetini bir kenara atarak bu kitabtaki hükümlerle Tatarlara hükmetmeye başladılar. İşte böyle davranan kimseler kafirdir. Bunlarla, büyük küçük her meselede yalnız Allah (c.c)’ın hükmüne dönünceye kadar savaşmak farzdır.” (İbni Kesir Tefsiri c: 2 s: 67)

İbni Kesir (r.a) devamla şöyle dedi:

“Bu yapılanların hepsi Allah (c.c)’ın nebilerine indirdiği şeriate muhaliftir. Kim nebilerin sonuncusu Muhammed (a.s)’e inen şeriati terkederek daha önceki nebilere inen mensuh olmuş şeriatlere muhakeme olursa, Allah (c.c)’ın bildirdiği gibi kafir olur. Durum böyleyken Yesak’a (Cengiz Han’ın koyduğu kanunlara) muhakeme olup onu Allah (c.c)’ın şeriatinden önde tutan kişinin hükmü nasıl olur acaba? Her kim böyle yaparsa bütün müslümanların icmasıyla kafirdir.

Allah (c.c) şöyle buyuruyor:

“Cahiliyenin hükmünü mü istiyorlar? Yakinen inanan bir kavim için Allah’tan daha iyi hüküm veren kim vardır?” (Maide: 50)

“Hayır! Rabbine and olsun ki, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem tayin edip sonra haklarında verdiğin hükümden dolayı kalplerinde hiçbir sıkıntı duymadan tamamen kabul etmedikçe iman etmiş olmazlar.” (Nisa: 65) (İbni Kesir Tefsiri)

İbni Kesir (r.a)’in, neshedilmiş şeriatlere muhakeme olan kişiye nasıl da küfür hükmü verdiğine dikkatle bak!

Zamanımızda İslam şeriatinin yerine tatbik edilen beşeri kanunlar, neshedilmiş şeriatlerden daha tehlikeli ve bu kanunlara muhakeme olmak, daha büyük küfürdür.

İbni Kesir şöyle dedi:

“Her kim mensuh olan şeriatlere muhakeme olur, nebilerin sonuncusu Muhammed (s.a.s)’e inen şeriate muhakeme olmazsa, muhakkak kafir olur. Durum böyleyken acaba İslam şeriatini terkederek yesağa muhakeme olan, yesağın kanunlarını İslam kanunlarından daha önde tutan kişinin durumu nasıl olur acaba? Bilinsin ki, böyle yapan kimse müslümanların icmaıyla kafirdir.” (Elbidaye vennihaye c. 13 s. 119)

Şöyle bir soru sorulabilir:

İbni Teymiye, İbni Kayyım ve İbni Kesir; Allah (c.c)’ın şeriatini bir kenara atarak onun yerine beşeri kanunları uygulayan hakimin İslam milletinden çıkaran büyük küfür işlediği konusunda alimlerin ittifak ettiğini söylemişlerdir. Acaba bu konuda, bu alimlerden önce yaşayan alimlerin hiç görüşleri yok mudur? Şayet yoksa, neden bu konuda görüş bildirmemişlerdir?”

Bunun cevabı şudur:

İslam tarihinde, İslam şeriatini bir kenara atarak yerine beşeri kanunları koyma ameli, tatarların zamanına kadar görülmüş bir şey değildir. Çünkü o zamana dek, ne kadar zalim olurlarsa olsunlar, hiçbir İslam hakimi Allah (c.c)’ın hükmünü değiştirmeye yanaşmamış ve zamanızda olduğu gibi Allah (c.c)’ın hükmüne muhalif kanunlar koyarak insanları bunlara uymaya zorlamamıştı. O günkü hakimlerden herhangi biri İslam’a muhalif bir hareket yapmak istediğinde, bunu ya gizlice veya tevil ederek yapardı. Bu nedenle, bu hakimlerin zamanında yaşayan alimler, Allah (c.c)’ın şeriatini bir kenara atarak yerine başka şeriatler koyan kimseler hakkında görüş bildirmemişlerdir. Fakat tatarlardan önce, zamanında şöyle bir hadiseye rastlanmıştır:(İmam Cüveyni Hicri 419 yılında doğmuş ve hicri 478 yılında vefat etmiştir. Maliki imamıdır. İmam’ul Harameyn olarak tanınır.)

İmam Cüveyni zamanında laik düşünceye sahip zındık-lar ortaya çıkınca İmam Cuveyni, bunun tehlikesini o zamanın hakimine derhal bildirdi. İmam Cuveyni, Abbasi bakanı olan Nizam’ul Melik’e şöyle bir mektub yazdı:

“Şehirlerin ve yerlerin haberlerini öğrendikten sonra, size dinin aleyhine ortaya çıkabilecek bir fitneyi haber veriyorum. Eğer bu fitneye karşı çıkılmazsa bu fitne, bütün müslümanların zararına olacak, tehlikesi çok daha büyüyecek ve onu yok etmek zorlaşacaktır.

Biliniz ki, bu fitne ve tehlikesi gerçekten büyüktür. Bu sebeble Allah (c.c)’ın, dinini korusunlar diye hükümdar kıldığı kimselerin bu fitneyi yok etmek için çalışmaları gerekir.

İslam diyarının bazı bölge ve şehirlerinde bir takım zındıklar ve muattılalar çıkmış, insanları, doğru yolu gösteren İslam şeriatini terke çağırmakta ve varlıklı kimselerden de destek almaktadır. Bu varlıklı ve üstün kimseler de onları müdafa etmekte ve yardımlarıyla desteklemektedir.

Netice öyle bir hale geldi ki, varlıklı olan bu kimseler dinle alay etmeyi ve İslam şeriatine laf atmayı eğlence haline getirdiler. Bunlar, kendilerini taklid eden kişileri de etkilediler. Müslüman halk arasında bu fitne, bu fitnenin doğal bir sonucu olarak da din hakkındaki şüpheler yayıl-maya ve bu dine laf atmalar çoğalmaya başladı.” (Elgıyasi İmamul Harameyn El cuveyni s. 381-382)

İmam Cuveyni bu sözleriyle kimi kastetmektedir acaba? Zındıkları mı, batınileri mi yoksa başkalarını mı? Bu konuyla ilgili olarak söylediği sözlere dikkatle bakılırsa, bu sözlerle batınileri kastetmediği, bilakis halka uygulanması gereken kanunların, İslam şeriatinden değil, beşer aklının ürünü olan ve hakimlerin koyduğu kanunlardan olması gerektiğini söyleyen kimseleri kastettiği anlaşılır.

İmam Cüveyni bir başka yerde onlar hakkında şöyle dedi:

“Her kim halka uygulanacak kanunların, akılların iyi gördüğü ve hakimlerin görüşünden alınabileceğini söylerse, o kimsenin İslam’ı reddetmiş ve İslam şeriatinin yok edilmesine yol açacak sözleri söylemiş olduğunu bil!

Şayet bu görüş doğru olsaydı, evli olmayan zinakarların recmedilmesinin, tehlikeli durumlarda şüphe edilen veya tehlikesinden korkulan kişinin öldürülmesinin, ya da aidatların artması sonucu zekat miktarının da artırılmasının caiz olduğu görülürdü.

Yine, İslami kaideler şayet akla göre konulsaydı, o zaman herkesin aklı şeriat olurdu. Böylece herkes aklına göre yasaklar koyar, heva ve heves vahyin yerini alır, zaman ve mekanın değişmesiyle kaideler de değişir ve şeriat için bir sabitlik ve yerleşebileceği bir zaman söz konusu olmazdı.” (El Gıyasi -İmamul Harameyn El Cuveyni s: 220-221)

İmam Cuveyni’nin bu sözleri, İslam şeriatini yürürlükten kaldırmak isteyenlere ve halka uygulanan kanunların insanların heva, heves ve düşüncelere dayanması gerektiğini söyleyenlere yazılan bir reddiyedir.

O zamanki alimler ve müslümanlar, bu tür fitnelerin tehlikesini çok iyi bildikleri için bu tür fitneleri ortaya atanlar, bu amellerinde başarıya ulaşamadılar ve İslam şeriati hakimiyetini sürdürdü.

Bu durum, tatarlar gelinceye kadar böyle devam etti. Tatarlar, müslüman olmalarına rağmen Cengiz Han’ın İslam’dan, hristiyanlıktan, yahudilikten ve kendi fikirlerinden uydurduğu ve yesak adını verdiği kanunları uygulamaya başlayınca o zamanki İslam alimleri, böyle yapan kimselerin hükmünü insanlara anlatmaya başladılar. Böylece müslümanları bu tehlikeden korudular ve tatarların yesağının etkisi çok çabuk yok oldu.

Müslümanların bu heybetli durumu, İslam düşmanı ve batının kuyrukları olan şimdiki sefih idareciler gelerek Osmanlı hilafetini kaldırıncaya kadar sürdü.Bu sefih idareciler (Allah onları yok etsin) İslam ümmetinin gafil, çocuklarının ise İslam konusunda cahil oldukları bir zamanda başa geçtiler ve hayırlı olanı alçak olanla değiştirdiler. Allah (c.c)’ın şeriatini bir kenara atarak onun yerine adi ve küfür olan beşeri kanunları uyguladılar. Tıpkı, müslüman ülkelere hakim oldukları zaman Tatarların, kralları Cengiz Han’ın “Yesak’ı”nı uyguladıkları gibi...

Makrizi şöyle dedi:

“Cengiz Han, Tatarların kralı Onkhan’ı yendikten sonra Doğu ülkerinde bir devlet kurdu ve bu devlet için kanunlar yaptı. Bu kanunları, “Yasa” veya “Yesak” ismini verdiği bir kitabta topladı. Daha sonra bu kanunları çelik levhalara işleterek onları kavminin uyacağı bir şeriat haline getirdi. Kavmi de bu kanunlara uydu. Cengiz Han, hiçbir dine bağlı değildi.” (El Makrizi, El Mevaid vel İ’tibar, ElHıtat c: 2 s: 120)

El Kal Kaşandi, Alaeddin El Cuveyni’den şöyle nakletti:

“Cengiz Han’ın ve kendisinden sonra çocuklarının bağlandığı din, Cengiz Han’ın koyduğu yesak kanunlarıdır. Yesak ise, Cengiz Han’ın kendi kafasından uydurduğu kanunlardır. Bu yesak içerisine bir takım hükümler ve cezalar koymuştu. Yesak içerisindeki hükümlerin çoğu İslam şeriatine muhalif idi. Ancak çok az bir kısmı Muhammed (a.s)’in şeriatine uygundu. Cengiz Han, koymuş olduğu bu kanunları, “Büyük Yasa” olarak isimlendirdi ve bu kanunları yazdırdı. Sonra da bu kanunlar kendisinden sonra gelecek olan nesillere miras olsun ve böylece her bir aile onları gerek kendileri öğrensin ve gerekse çocuklarına öğretsin diye, kendisine ait kasada saklanmasını emretti.” (Tarih Fatihil Alem Cihank Şay c: 1 s: 62- 63)

Şeyh Muhammed Hamid el Fıkki, “Fethul Mecid” adlı kitabının dip notunda Yesakla ilgili olarak şöyle demiştir:

“Yesak gibi hatta ondan daha şerli olan şey ise; kan, ırz ve mallar hakkında Allah (c.c)’ın Kitabında ve Rasulunün sünnetinde hükümler açıkken, kişinin, batılıların kanunlarını bu konularda kendisine kanun edinip, onlara muhakeme olmasıdır. Böyle yapan kimse şüphesiz kafirdir, mürteddir. Bu ameller üzerinde ısrar ettiği ve Allah (c.c)’ın indirdiği hükme dönmediği müddetçe onun müslüman olarak isimlendirilmesi, İslam’dan olduğu açık olan namaz, oruç, hac ve bunlar gibi amelleri yerine getirmesi kendisine hiçbir fayda sağlamaz.” (Fethul Mecid dip notta)

Şeyh Muhammed b. İbrahim şöyle dedi:

“İnsanları uyarması için Muhammmed (a.s)’in kalbine Ruh’ul Emin’in apaçık arab dili ile indirdiği Kur’an’ı kerim ile beşer aklının ürünü olan kanunları hüküm konusunda aynı seviyeye yükseltmek ve ihtilaf olduğunda Kur’an ile değil de insan ürünü kanunlarla hükmetmek, apaçık büyük küfür olan amellerdendir....

5 - Bu küfür, büyük küfürlerin en büyüğü, en kapsamlısı, en açığıdır. Bu küfür, şeriate karşı en şiddetli ve ortaya en açık bir şekilde çıkmış olanıdır. Bu küfür, şeriatin hükümlerine şiddetli bir şekilde büyüklenen, Allah (c.c) ve rasulünün hükümlerine en zıd olan ve şer’i mahkemelere rakip olan mahkemeler kurmaktır. Sözde bu mahkemeler için, şer’i mahkemelerde olduğu gibi düzenli, teferruatlı, teşkilatlı ve zorunlu hükümler veren merciler oluşturulmuştur.

Şer’i mahkemelerin mercisi nasıl Kur’an ve sünnetse, beşeri kanunlarla hükmeden mahkemelerin de mercileri vardır ve onların mercileri de; değişik ümmetlerin şeriatleri, Fransa, Amerika, İngiltere gibi değişik devletlerin anayasalarından derlenmiş kanunlar, bidatçilerin ve müslüman olmadıkları halde İslam’a nispet edilmiş sapık taifelerin mezheblerinden alınmış kural, ilke ve prensiplerdir.

Bu tür mahkemeleri İslam diyarında çokça görmekteyiz. İnsanların ihtilaflarını çözmek için kapıları açıktır. İnsanlar da saf saf onlara gitmektedirler. Bu mahkemeler, ihtilaflı olan insanlar arasında Kur’an ve sünnete muhalif beşer’i kanunlarla hükmederler ve verilen hükmü uygulamaları için onları zorlarlar. Acaba bu küfürden daha büyük bir küfür var mıdır?” La ilahe illallah Muhammedun Rasulullah şehadetine zıt ve onu bozan bundan daha kötü bir amel var mıdır acaba?

Bu zikrettiğimiz meselelerin delillerinin ilim kitaplarında var olduğu bilinmektedir. Bunları tek tek zikretmeye kalkışırsak bu küçük risalemiz buna yetmez.

Ey akıllılar topluluğu! Ey zekiler cemaati! Ey uyanık olanlar! Size benzeyen (sizin gibi mahluk olan) veya siz-den daha düşük olan, hata işleyebilen, hatta hataları doğrularından daha çok olan, ancak yaptıkları doğrular Allah (c.c)’ın kitabı ve rasulünün sünnetinden alınan doğrular olan kişilerin, kanlarınız, mallarınız, ırzlarınız, kadınlarınız, çocuklarınız ve diğer haklarınız hakkında hüküm vermelerine nasıl izin verebiliyorsunuz?

Bu konularda kendi hükümlerini veriyor ve kendisinde hata bulunmayan, hiçbir yönden batılın kendisine yaklaşamadığı, Hakim ve Hamid tarafından indirilen Allah (c.c) ve rasulünün hükümlerini uygulamıyorlar? Halbuki insanlar, Allah (c.c)’ın hükümlerine boyun eğdiklerinde, kendilerini yaratanın hükmüne, O’na ibadet etmek için boyun eğmiş olurlar. İnsanlar nasıl ki Allah’a secde ediyor ve o konuda sadece O’na ibadet ediyorlar, O’ndan başkasına bu konuda secde etmiyorlarsa, aynı şekilde hüküm konusunda da sadece Hakim, Alim, Hamid, Rauf, ve Rahim olan Allah (c.c)’ın hükümlerine boyun eğmeleri gerekir.

Zalim, cahil, şüpheci, heva ve hevesine uyan, şüpheler içine düşen, kalplerine gaflet, sertlik ve karanlıklar hakim olan yaratılmışın hükümlerine hiçbir zaman boyun eğmemeleri gerekir.

Akıl sahibi kimseler, bu gibilerin hükümlerine boyun eğmez ve o hükümlere asla teslim olmazlar. Çünkü böyle yaptıkları zaman, onlara köle olmuş olurlar. Ayrıca, bu hükümlere boyun eğdiklerinde heva, heves ve şahsi arzulara göre yapılmış, yanlışlarla dolu kanunlara uymuş olurlar. Ayrıca böyle hükümlere boyun eğmek, Allah (c.c)’ın şu ayetindeki buyruğuna göre küfürdür:

“Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse işte onlar kafir olur.''

Blog Listem

  • FİLİSTİNİN TAPUSU.BİZİM ELİMİZDE - 2014 YILINDAN BER, İSRAİLİN UÇAK YAKITI TÜRKİYEDEN GİDİYOR.ÜZGÜNÜM. İSRAİL İŞGALCİFİR.GELDİĞİYERE SÜRÜLMELİ. ERDOĞAN,KUDÜSÜ İSRAİLE SATTI.>>https://yo...
    5 ay önce
  • ŞİRK ve KÜFÜR: Kadının Namazı - ŞİRK ve KÜFÜR: Kadının Namazı: أَلنِّسَاءِيَّاتْ KADININ NAMAZI EVİNDE OLMALIDIR -2 صلاة المرأة في بيتها -25 الحديث الخامس والعشرون : عَنْ أُمِّ حُمَيهدٍ ا...
    9 yıl önce
  • İSLÂM’DA LAİKLİK YOKTUR - İSLÂM’DA LAİKLİK YOKTUR .إِنَّ الدِّينَ عِندَ اللّهِ الإِسْلاَمُ Allah katında tek Din İslâmdır. Laiklik; geniş ve basit tanımı ile, dinin siyasal ha...
    10 yıl önce
  • İSLÂM’DA LAİKLİK YOKTUR - * İSLÂM’DA LAİKLİK YOKTUR * .إِنَّ الدِّينَ عِندَ اللّهِ الإِسْلاَمُ Allah katında tek Din İslâmdır. Laiklik; geniş ve basit tanımı ile, dinin siyasal h...
    10 yıl önce
  • REÇETE-şiir - Ey yüksek sosyeteye mensup modacı hanım, Eğlence zümresinin başının tacı hanım, Bu metod ki, sizlerin müsbet ilâcı hanım: Dışının görünüşü içinin aynasıd...
    10 yıl önce
  • SAAT KODLARI - http://sitene-kod-ekle.tr.gg/saat-kodlar&%23305;-flashl&%23305;--k1-.oe.rnekli-k2-.htm
    13 yıl önce
  • Manyaklara Güzel Cevap - ÖRTÜNMEK İSLAMIN EMRİDİR. CHP'den,İSLAM DİNİNE HÜCUM CHP Deşifre Olmuştur Bunlar,Türbanlıyı mahkemeye veriyor,Çarşaflıya rozet takıyor.Halkı aldatıyorlar.
    13 yıl önce
  • HIRİSTİYANLAR PİSLİKTİR SEVİLMEZ - وَقَالُواْ لَن يَدْخُلَ الْجَنَّةَ إِلاَّ مَن كَانَ هُوداً أَوْ نَصَارَى تِلْكَ أَمَانِيُّهُمْ قُلْ هَاتُواْ بُرْهَانَكُمْ إِن كُنتُمْ صَادِقِينَ *(BAKAR...
    13 yıl önce
  • Hıristiyanlar Sevilmez - وَقَالُواْ لَن يَدْخُلَ الْجَنَّةَ إِلاَّ مَن كَانَ هُوداً أَوْ نَصَارَى تِلْكَ أَمَانِيُّهُمْ قُلْ هَاتُواْ بُرْهَانَكُمْ إِن كُنتُمْ صَادِقِينَ *(BAKAR...
    13 yıl önce
  • Hak Din İslamdır - *HAK DİN.TEK DİN.İSLAMDIR.* (ÂLİ IMRÂN suresi 19. ayet) إِنَّ الدِّينَ عِندَ اللّهِ الإِسْلاَمُ وَمَا اخْتَلَفَ الَّذِينَ أُوْتُواْ الْكِتَابَ إِلاَّ مِن...
    14 yıl önce
  • İki Yüzlülük - 259) İki Yüzlülüğün Kötülenmesi Bu bölümdeki bir ayet ve iki hadis-i şeriften insanların iki yüzlülüklerini herkesten gizleyebileceklerini, fakat Allah’tan...
    14 yıl önce
  • İki Yüzlülük - İki Yüzlülüğün Kötülenmesi 259) İki Yüzlülüğün Kötülenmesi Bu bölümdeki bir ayet ve iki hadis-i şeriften insanların iki yüzlülüklerini herkesten gizleyebile...
    14 yıl önce
  • HUDÛD (İSLAM CEZA HUKUKU) - 15: HUDÛD (İSLAM CEZA HUKUKU) *BÖLÜM: 1* *Ø** KENDILERINDEN KALEM KALDIRILAN, CEZA VERILMEYEN KIMSELER VAR MIDIR?* *1423-* Ali (r.a.)’den rivâyete göre,...
    14 yıl önce
  • SAPIKLIĞA DÜŞEN KAVİMLERİN GÖRÜŞLERİ - Şimdi bizim sapık kavimlerin rububiyetle ilgili görüşlerini incelememiz Kur’an-ı Kerim’in onları hangi noktalardan ve niçin reddetme yoluna gittiğini ve b...
    15 yıl önce
  • Demokratik çalışma ve amel ilişkisi - *Demokratik Çalışma ve Amel ilişkisi :* İslam adına , müslüman olarak belli bir partinin çalışmalarına katılan kimselerin yaptıkları bu iş, sıhhat şartl...
    15 yıl önce
  • İBNİ TEYMİYYE-8.CİLT - بســـم الله الرحمن الرحيم "(İyi bilinmelidir ki) Allah'ın dostlarına hiçbir korku yoktur ve onlar üzülecek de değildirler. Onlar, iman edip (gerektiği gi...
    15 yıl önce
  • Çay Sohbeti - *İBN-İ TEYMİYYE** ve İBN-İ TEYMİYYE-7.Cilt ve İBNİ TEYMİYYE-8.CİLT* *İslâm Güneşi,Mekke'den Doğar.Dünyayı Aydınlatır.* *İslâm Bahçesinde,Dinî Yazı,Resim ve...
    15 yıl önce
  • Lanetlikler - الحديث الرابعوالثمانون عن أبي هريرة رضي اللّه عنه قال لَعَنَ رسولُ اللَّهِ صلى اللَّه عليه وسلّم مُخَنَّثِي الرِّجالِ الذينَ يتَبَّهونَ بالنِّساءِوالمُتَ...
    15 yıl önce